HUKUK GENEL KURULUNA GÖRE MENFİ TESPİT DAVASI (İİK M. 72)


“…Davalı tarafından varlığı inkâr edilen bir Davalı tarafından varlığı inkâr edilen bir HUKUKİ İLİŞKİNİN MEVCUT OLMADIĞININ (yok olduğunun) tespiti için açılan davaya menfi (olumsuz) tespit davası denir (Kuru, B: İcra ve İflâs Hukuku Ders Kitabı, Ankara, 2017, s. 136).
Menfi tespit davası, 2004 sayılı İcra İflas Kanunu’nun (İİK) 72. maddesinde düzenlenmiştir.



Bu maddeye göre, borçlu, İCRA TAKİBİNDEN ÖNCE veya TAKİP SIRASINDA ya da İCRA TAKİBİNDEN SONRA borçlu bulunmadığını ispat için menfi tespit davası açabilir. Bu dava maddi hukuk ve usul hukuku bakımından genel hükümlere dayalıdır ve normal bir hukuk davası olarak açılır.
Davacı menfi tespit davasını birbiriyle çelişmemek üzere birden fazla nedene dayandırabilir. Eş söyleyişle davacı; 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nda (HUMK) olmayan, ancak Yargıtay içtihatlarıyla “kademeli dava” olarak adlandırılan ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nda (HMK) terditli dava olarak yerini alıp Kanun’un 111. maddesinde düzenlenen biçimde de terditli dava açılabilir. Terditli davalarda aynı dava içerisinde, aynı davalıya karşı birden fazla talep arasında bir aslilik-ferilik ilişkisi kurmak suretiyle aynı dava dilekçesinde ileri sürülmektedir. Kademeli  olarak ileri sürülen taleplerde (davada) hâkim öncelikle asli talebi inceleyecek ve asli talep bakımından bir karar verecektir. Ferî talep asıl talebe bağlı olarak ileri sürüldüğünden asıl talebin esastan reddine karar verilmedikçe ferî talep hüküm altına alınamayacaktır.

Eldeki dava da kademeli olarak sahtelik ve bedelsizlik nedenine dayalı olarak açılmıştır. Bu durumda mahkemece öncelikte sahtecilik iddiasının incelenmesi dava konusu senetlerde ve taahhütnamedeki imzaların davacı borçluya ait olduğunun anlaşılması hâlinde bu kez bedelsizlik iddiasının incelenmesi gerekmektedir. Açıklanan bu genel ilkeler bakımından Özel  Daire ve Yerel Mahkeme arasında bir uyuşmazlık  bulunmamaktadır. İlk uyuşmazlık; (I) numaralı maddede belirtildiği gibi, sahtecilik iddiası bakımından yapılan araştırma ve incelemenin yeterli olup olmadığı noktasındadır.

Hemen belirtilmelidir ki, herhangi bir belgedeki imza veya yazının olmadığı hususunda yapılacak bilirkişi incelemesinin, konunun uzmanınca ve gerekli donanıma sahip bir laboratuvar ortamında, optik aletler ve o incelemenin gerektirdiği diğer cihazlar kullanılarak grafolojik ve grafometrik yöntemlerle yapılması; bu alet ve yöntemlerle gerek  incelemeye konu ve gerekse karşılaştırmaya esas belgelerdeki imza veya yazının tersim, seyir baskı derecesi, eğim, doğrultu gibi yönlerden taşıdığı özellikleri tam ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde belirlenip karşılaştırılması; sonuçta imza veya yazının atfedilen kişiye ait olup olmadığının, dayanakların mahkemenin ve Yargıtay'ın denetimine elverişli bir raporla ortaya konulması; gerektiğinde karşılaştırılan imza veya yazının hangi nedenle farklı veya aynı kişinin eli ürünü olduğunun fotoğraf ya da diğer uygun görüntü teknikleriyle de desteklenmesi şarttır.
Mahkemece sahtecilik iddiası bakımından bilirkişi incelemesi yaptırılmış olup, 15.03.2011 tarihli bilirkişi kurulu raporunda; davaya konu bonolarda, üç adet çekte ve taahhütnamede davacıya atfedilen imzaların davacının eli ürünü olduğunun tespit edildiği belirtilmiştir. Mahkemece alınan bu raporun; dosya kapsamında bulunan diğer raporlarla uyumlu olduğu, belge asılları incelenmeksizin özel olarak alınmış bulunan ve aksi yönde görüş belirten raporlara itibar edilemeyeceği,  Kemer Cumhuriyet Başsavcılığına verilen 17.04.2012 tarihli raporda ise imzaların … eli ürünü olmadığı yönündeki görüşün de;  uyumlu olan bilirkişi raporlarının, çelişki içeren bu raporu düzenleyen bilirkişilerin görev yaptığı kurumlardan  daha donanımlı cihazlar kullanılarak alınmış olduğundan ortaya çıkan çelişki nedeniyle yeniden inceleme yapılmasına gerek olmadığı belirtilmiştir.

Çelişkili rapora dayalı olarak eksik inceleme ve hatalı değerlendirme ile karar verilemez.
6100 sayılı HMK’nın 281/3. maddesinde mahkemenin gerçeğin ortaya çıkması için gerekli görürse, yeni görevlendireceği bilirkişi aracılığıyla tekrar inceleme yapabileceği öngörüldüğünden ve 6754 sayılı Bilirkişilik Kanunu’nun 3. maddesinin üçüncü bendinde belirtilen “Genel bilgi veya tecrübeyle ya da hâkimlik mesleğinin gerektirdiği hukuki bilgiyle çözümlenmesi mümkün olan konularda bilirkişiye başvurulamaz” ilkesi de gözetilmek suretiyle tarafların sunmuş oldukları tüm delillerin ve açıklığa kavuşturdukları konuların değerlendirilmesi için davacı yanın imza inkârı yönünden mahkemece raporlar arasındaki çelişkiyi giderici Adli Tıp Kurumundan veya Güzel Sanatlar Fakültesinden ya da Jandarma Kriminal bölümlerinden oluşacak konusunda uzman olan ve önceki bilirkişi raporlarında imzası bulunmayan yeni bir bilirkişi kurulundan yukarıda açıklanan usule göre düzenlenmiş, çelişkiyi giderici ve denetime elverişli olacak şekilde bilirkişi raporu alınması gerekirken bu yönün göz ardı edilerek eksik inceleme ve araştırma ile karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Bu noktada, ceza mahkemesi kararlarının hukuk davasına etkisi, eş söyleyişle; ceza mahkemesinin hangi kararlarının hukuk mahkemelerini bağlayacağı konusu üzerinde durulmasında yarar vardır:
Ceza mahkemesi kararlarının hukuk mahkemesine (davasına) etkisi, hukukumuzda (mülga) 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun (BK) 53. maddesinde (6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu (TBK) m.74) düzenlenmiş olup; hukuk hâkimi, ceza mahkemesinin kesinleşmiş kararları karşısında ilke olarak bağımsız kılınmıştır.
Bu ilke, ceza kurallarının kamu yararı yönünden bir yasağın yaptırımını; aynı uyuşmazlığı kapsamına alan hukuk kurallarının ise, kişi ilişkilerinin Medeni Hukuk alanında düzenlenmesi ve özellikle tazmin koşullarını; öngörmesi esasına dayanmaktadır.
818 sayılı BK’nın “Ceza Hukuku ile Medeni Hukuk Arasında Münasebet” başlıklı 53. maddesinde: “Hâkim, kusur olup olmadığına yahut haksız fiilin faili temyiz kudretini haiz bulunup bulunmadığına karar vermek için ceza hukukunun mesuliyete dair ahkamiyle bağlı olmadığı gibi, ceza mahkemesinde verilen beraat karariyle de mukayyet değildir. Bundan başka ceza mahkemesi kararı, kusurun takdiri ve zararın miktarını tayin hususunda dahi hukuk hâkimini takyit etmez.” hükmü yer almaktadır (6098 sayılı TBK’nın 74. maddesi hükmü de aynı yönde bir düzenlemeyi içermektedir.).
Bu açık hüküm karşısında, ceza mahkemesince verilen beraat kararı, kusur ve derecesi, zarar tutarı, temyiz gücü ve yükletilme yeterliği, illiyet gibi esasların hukuk hâkimini bağlamayacağı konusunda duraksama bulunmamaktadır.
Hemen belirtilmelidir ki, hukuk hâkiminin yukarıda açıklanan bu bağımsızlığı sınırsız değildir. Gerek öğretide ve gerekse Yargıtay'ın yerleşmiş içtihatlarında, ceza hâkiminin tespit ettiği maddi olaylarla ve özellikle “fiilin hukuka aykırılığı” konusu ile hukuk hâkiminin tamamen bağlı olacağı kabul edilmektedir. Diğer bir anlatımla, maddi olayları ve yasak eylemlerin varlığını saptayan ceza mahkemesi kararı, taraflar yönünden kesin delil niteliğini taşır (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 10.1.975 tarihli, 1971/T-406 E. ve 1975/1 K; 23.1.1985 tarihli, 1983/10-372 E. ve 1985/21 K.; 27.04.2011 tarihli, 2011/17-50 E. ve 2011/231 K.; 03.04.2013 tarihli, 2012/19-873 E.,2013/433  K. sayılı kararları).
Vurgulamakta yarar vardır ki, hukuk usulü bir şekil hukukudur. Davanın açılması, itirazların ileri sürülmesi, tanıkların ve diğer delillerin bildirilmesi belirli süre koşullarına bağlı kılındığı gibi, ikinci tanık listesi verilememesi, iddia ve savunmanın genişletilmesi yasağı gibi yargılamanın süratle sonuçlandırılması gayesi ile belirli kısıtlamalar getirilmiştir. Bunun sonucunda, hukuk hâkimi şekli gerçeği arayacak, maddi gerçek öncelikli hedef olmayacaktır. Ancak ceza hâkimi bunun tersine öncelikli hedef olarak maddi gerçeğe ulaşmaya çalışacaktır. O hâlde ceza mahkemesinin maddi nedensellik bağını (illiyet ilişkisi) tespit eden kesinleşmiş hükmünün hukuk hâkimini bağlamasına, BK’nın 53.maddesi bir engel oluşturmaz (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 16.09.1981 tarihli, 1979/1-131 E. ve 1981/587 K., 27.04.2011 tarihli 2011/17-50 E., 2011/231 K.; 03.04.2013 tarihli, 2012/19-873 E., 2013/433 K. sayılı kararları;  Çenberci, M: Hukuk Davalarında Kesin Hüküm, 1965,s.22 vd).

            Yargıtay’ın yerleşik uygulamasına ve öğretideki genel kabule göre, maddi olgunun tespitine ilişkin ceza mahkemesi kararı hukuk hâkimini bağlar. Ceza mahkemesinde bir maddi olayın varlığı ya da yokluğu konusundaki kesinleşmiş kabule rağmen, aynı konunun hukuk mahkemesinde yeniden tartışılması olanaklı değildir (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 11.10.1989 tarihli ve 1989/11-373 E., 472 K.; 27.04.2011 tarihli, 2011/17-50 E., 2011/231 K.; 03.04.2013 tarihli ve 2012/19-873 E., 2013/433 K. sayılı kararları).
Davacı yan sahtelik ve bedelsizlik iddiasına dayanırken, davalı tarafça iddialar reddedilerek yargılama aşamasında çeklerin bono bedellerine karşılık olarak ödendiği belirtilmiştir. Çek ile yapılan işlemlerin gerçek işlemler olmadığı, fiktif işlemler sonucu gerçek bir para giriş ve çıkışı olmadığı hâlde banka görevlileri tarafından para giriş ve çıkışı varmış gibi işlemler yapıldığının iddia edildiği, anılan olay ile ilgili olarak Banka müfettişlerince inceleme başlatıldığı, ilgililer hakkında da ceza soruşturması yürütülerek kamu davası açıldığı anlaşılmıştır. Mahkemece açılmış olan ceza davasının sonucu beklenmeyerek ceza dosyasındaki bir takım ifadelere  ve Banka müfettişi tarafından yapılan inceleme raporundaki beyanlara istinaden işlemlerin fiktif olduğu belirtilmiştir. Oysa ki; sahtelik davasına konu senedin sahteliğini veya sahte olmadığını (maddi vakıayı) tespit eden kesinleşmiş ceza mahkemesi kararı, menfi tespit davası bakımından kesin delil teşkil eder ve hukuk hâkimini bağlar. Yine yapılan işlemlerin fiktif işlemler olup olmadığı hususu da eldeki davada  çözümlenmesi gereken maddi vakıadır.  Bu nedenle somut olay kapsamında  maddi vakıayı çözümleyecek iddialara ilişkin olarak açılmış olan ceza davasında verilerek karar sonuca etkili olacağından ceza davasının menfi tespit davası bakımından bekletici mesele yapılması gerektiği noktasında da şüphe bulunmamaktadır.
Kademeli olarak açılan davada öncelikle davaya konu senetlerin ve taahhütnamenin sahtelik nedeniyle hükümsüz olduğu, hükümsüzlük talebi kabul görmediği takdirde de bedelsiz olduğundan borçlu bulunmadığının tespiti istendiğine göre; asli talep konusu olan sahtecilik iddiası bakımından çelişkiyi giderici rapor alındıktan ve maddi vakıanın tespiti bakımından beklenmesi gereken ceza davasının sonuçlanması gerekmektedir.
 Kademeli olarak ileri sürülen ikinci neden bedelsizlik iddiası olduğundan ispat yükü üzerinde durulmalıdır.
Önemle vurgulanmalıdır ki; menfi tespit davasında deliller normal bir hukuk davasındaki gibidir:
Menfî tespit davasında ispat yükü, kural olarak davalı alacaklıya düşer; fakat, davacıya (borçluya) düştüğü hâller de vardır:
Davacı (borçlu), davalının (alacaklının) varlığını iddia ettiği hukuki ilişkiyi (meselâ borcu) sadece inkâr etmekle yetinmekte ise, yani bu hukuki İlişkinin (borcun) hiç doğmadığını ileri sürmekte ise ispat yükü davalıya düşer. Çünkü, hukuki ilişkinin (borcun) varlığını iddia eden davalı olduğu için, ispat yükü davalı alacaklıya düşer (HMK m. 190; MK m.6).
Fakat, alacaklının dayandığı senedin karşılıksız olduğunu ispat yükü, davacıya (borçluya) düşer. - Bunun gibi, davacı (borçlu), davalının (alacaklının) iddia ettiği alacağın ödeme, ibra ve takas gibi bir nedenle son bulduğunu ileri sürerse, bu iddiayı ispat yükü de davacı borçluya düşer (Kuru,  s:143).
Davaya konu bonolar nakden kaydını içermekte olup; bu kayıt karşısında bedelsizlik bakımından açılan menfi tespit davasında da ispat yükü davacı borçludadır. Davalı tarafça belirtilen celsede yapılan açıklamalar senedin talili niteliğinde de değildir. Bu nedenle ispat yükünün yer değiştirdiğinden söz edilemeyecektir. Ne var ki; sahtecilik iddiası bakımından yukarıda açıklanan biçimde bir sonuca vardıktan sonra,   davacının bedelsizlik iddiasını kanıtlaması yönünden bir karar verilebilmesi için de öncelikle açılmış olan ceza davasının sonucu beklenmeli ve sonucuna göre; yapılan işlemler bakımından gerektiğinde banka kayıtları üzerinde konusunda uzman bilirkişi heyetinden de bilirkişi raporu alınmalıdır.

Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında;  bonoların vade tarihlerinin aynı olduğu ve büyük meblağlar içerdiği, iki ayrı senedin tanzim tarihi ile vade tarihi arasında bir hafta gibi bir süre bulunduğu ve bonoların  her birinin  en az üç ayrı kalemle tanzim edildiğinin tespit edildiği, davada bono bedellerinin çeklerle ödendiği savunulmuş ise de; banka memurlarının ceza mahkemesi huzurunda verdikleri ifadelerden ve müfettiş inceleme raporundaki beyanlardan çeklerle ilgili yapılan işlemlerin gerçeği yansıtmadığı ve fiktif işlemler olduğunun anlaşıldığı, davacının sahtelik ve bedelsizlik iddiasını kanıtladığı, yapılan inceleme ve araştırmanın yeterli olduğu ve yerel mahkeme kararının onanması gerektiği yönünde ileri sürülen görüş yukarıda açıklanan gerekçelerle Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir. (yok olduğunun) tespiti için açılan davaya menfi (olumsuz) tespit davası denir (Kuru, B: İcra ve İflâs Hukuku Ders Kitabı, Ankara, 2017, s. 136).
Menfi tespit davası, 2004 sayılı İcra İflas Kanunu’nun (İİK) 72. maddesinde düzenlenmiştir.
Bu maddeye göre, borçlu, icra takibinden önce veya takip sırasında ya da icra takibinden sonra borçlu bulunmadığını ispat için menfi tespit davası açabilir. Bu dava maddi hukuk ve usul hukuku bakımından genel hükümlere dayalıdır ve normal bir hukuk davası olarak açılır.

Davacı menfi tespit davasını birbiriyle çelişmemek üzere birden fazla nedene dayandırabilir. Eş söyleyişle davacı; 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nda (HUMK) olmayan, ancak Yargıtay içtihatlarıyla “kademeli dava” olarak adlandırılan ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nda (HMK) terditli dava olarak yerini alıp Kanun’un 111. maddesinde düzenlenen biçimde de terditli dava açılabilir. Terditli davalarda aynı dava içerisinde, aynı davalıya karşı birden fazla talep arasında bir aslilik-ferilik ilişkisi kurmak suretiyle aynı dava dilekçesinde ileri sürülmektedir. Kademeli  olarak ileri sürülen taleplerde (davada) hâkim öncelikle asli talebi inceleyecek ve asli talep bakımından bir karar verecektir. Ferî talep asıl talebe bağlı olarak ileri sürüldüğünden asıl talebin esastan reddine karar verilmedikçe ferî talep hüküm altına alınamayacaktır.
Eldeki dava da kademeli olarak sahtelik ve bedelsizlik nedenine dayalı olarak açılmıştır. Bu durumda mahkemece öncelikte sahtecilik iddiasının incelenmesi dava konusu senetlerde ve taahhütnamedeki imzaların davacı borçluya ait olduğunun anlaşılması hâlinde bu kez bedelsizlik iddiasının incelenmesi gerekmektedir. Açıklanan bu genel ilkeler bakımından Özel  Daire ve Yerel Mahkeme arasında bir uyuşmazlık  bulunmamaktadır. İlk uyuşmazlık; (I) numaralı maddede belirtildiği gibi, sahtecilik iddiası bakımından yapılan araştırma ve incelemenin yeterli olup olmadığı noktasındadır.

Hemen belirtilmelidir ki, herhangi bir belgedeki imza veya yazının olmadığı hususunda yapılacak bilirkişi incelemesinin, konunun uzmanınca ve gerekli donanıma sahip bir laboratuvar ortamında, optik aletler ve o incelemenin gerektirdiği diğer cihazlar kullanılarak grafolojik ve grafometrik yöntemlerle yapılması; bu alet ve yöntemlerle gerek  incelemeye konu ve gerekse karşılaştırmaya esas belgelerdeki imza veya yazının tersim, seyir baskı derecesi, eğim, doğrultu gibi yönlerden taşıdığı özellikleri tam ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde belirlenip karşılaştırılması; sonuçta imza veya yazının atfedilen kişiye ait olup olmadığının, dayanakların mahkemenin ve Yargıtay'ın denetimine elverişli bir raporla ortaya konulması; gerektiğinde karşılaştırılan imza veya yazının hangi nedenle farklı veya aynı kişinin eli ürünü olduğunun fotoğraf ya da diğer uygun görüntü teknikleriyle de desteklenmesi şarttır.
Mahkemece sahtecilik iddiası bakımından bilirkişi incelemesi yaptırılmış olup, 15.03.2011 tarihli bilirkişi kurulu raporunda; davaya konu bonolarda, üç adet çekte ve taahhütnamede davacıya atfedilen imzaların davacının eli ürünü olduğunun tespit edildiği belirtilmiştir. Mahkemece alınan bu raporun; dosya kapsamında bulunan diğer raporlarla uyumlu olduğu, belge asılları incelenmeksizin özel olarak alınmış bulunan ve aksi yönde görüş belirten raporlara itibar edilemeyeceği,  Kemer Cumhuriyet Başsavcılığına verilen 17.04.2012 tarihli raporda ise imzaların … eli ürünü olmadığı yönündeki görüşün de;  uyumlu olan bilirkişi raporlarının, çelişki içeren bu raporu düzenleyen bilirkişilerin görev yaptığı kurumlardan  daha donanımlı cihazlar kullanılarak alınmış olduğundan ortaya çıkan çelişki nedeniyle yeniden inceleme yapılmasına gerek olmadığı belirtilmiştir.
Çelişkili rapora dayalı olarak eksik inceleme ve hatalı değerlendirme ile karar verilemez.
6100 sayılı HMK’nın 281/3. maddesinde mahkemenin gerçeğin ortaya çıkması için gerekli görürse, yeni görevlendireceği bilirkişi aracılığıyla tekrar inceleme yapabileceği öngörüldüğünden ve 6754 sayılı Bilirkişilik Kanunu’nun 3. maddesinin üçüncü bendinde belirtilen “Genel bilgi veya tecrübeyle ya da hâkimlik mesleğinin gerektirdiği hukuki bilgiyle çözümlenmesi mümkün olan konularda bilirkişiye başvurulamaz” ilkesi de gözetilmek suretiyle tarafların sunmuş oldukları tüm delillerin ve açıklığa kavuşturdukları konuların değerlendirilmesi için davacı yanın imza inkârı yönünden mahkemece raporlar arasındaki çelişkiyi giderici Adli Tıp Kurumundan veya Güzel Sanatlar Fakültesinden ya da Jandarma Kriminal bölümlerinden oluşacak konusunda uzman olan ve önceki bilirkişi raporlarında imzası bulunmayan yeni bir bilirkişi kurulundan yukarıda açıklanan usule göre düzenlenmiş, çelişkiyi giderici ve denetime elverişli olacak şekilde bilirkişi raporu alınması gerekirken bu yönün göz ardı edilerek eksik inceleme ve araştırma ile karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Bu noktada, ceza mahkemesi kararlarının hukuk davasına etkisi, eş söyleyişle; ceza mahkemesinin hangi kararlarının hukuk mahkemelerini bağlayacağı konusu üzerinde durulmasında yarar vardır:
Ceza mahkemesi kararlarının hukuk mahkemesine (davasına) etkisi, hukukumuzda (mülga) 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun (BK) 53. maddesinde (6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu (TBK) m.74) düzenlenmiş olup; hukuk hâkimi, ceza mahkemesinin kesinleşmiş kararları karşısında ilke olarak bağımsız kılınmıştır.
Bu ilke, ceza kurallarının kamu yararı yönünden bir yasağın yaptırımını; aynı uyuşmazlığı kapsamına alan hukuk kurallarının ise, kişi ilişkilerinin Medeni Hukuk alanında düzenlenmesi ve özellikle tazmin koşullarını; öngörmesi esasına dayanmaktadır.

818 sayılı BK’nın “Ceza Hukuku ile Medeni Hukuk Arasında Münasebet” başlıklı 53. maddesinde: “Hâkim, kusur olup olmadığına yahut haksız fiilin faili temyiz kudretini haiz bulunup bulunmadığına karar vermek için ceza hukukunun mesuliyete dair ahkamiyle bağlı olmadığı gibi, ceza mahkemesinde verilen beraat karariyle de mukayyet değildir. Bundan başka ceza mahkemesi kararı, kusurun takdiri ve zararın miktarını tayin hususunda dahi hukuk hâkimini takyit etmez.” hükmü yer almaktadır (6098 sayılı TBK’nın 74. maddesi hükmü de aynı yönde bir düzenlemeyi içermektedir.).
Bu açık hüküm karşısında, ceza mahkemesince verilen beraat kararı, kusur ve derecesi, zarar tutarı, temyiz gücü ve yükletilme yeterliği, illiyet gibi esasların hukuk hâkimini bağlamayacağı konusunda duraksama bulunmamaktadır.
Hemen belirtilmelidir ki, hukuk hâkiminin yukarıda açıklanan bu bağımsızlığı sınırsız değildir. Gerek öğretide ve gerekse Yargıtay'ın yerleşmiş içtihatlarında, ceza hâkiminin tespit ettiği maddi olaylarla ve özellikle “fiilin hukuka aykırılığı” konusu ile hukuk hâkiminin tamamen bağlı olacağı kabul edilmektedir. Diğer bir anlatımla, maddi olayları ve yasak eylemlerin varlığını saptayan ceza mahkemesi kararı, taraflar yönünden kesin delil niteliğini taşır (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 10.1.975 tarihli, 1971/T-406 E. ve 1975/1 K; 23.1.1985 tarihli, 1983/10-372 E. ve 1985/21 K.; 27.04.2011 tarihli, 2011/17-50 E. ve 2011/231 K.; 03.04.2013 tarihli, 2012/19-873 E.,2013/433  K. sayılı kararları).
Vurgulamakta yarar vardır ki, hukuk usulü bir şekil hukukudur. Davanın açılması, itirazların ileri sürülmesi, tanıkların ve diğer delillerin bildirilmesi belirli süre koşullarına bağlı kılındığı gibi, ikinci tanık listesi verilememesi, iddia ve savunmanın genişletilmesi yasağı gibi yargılamanın süratle sonuçlandırılması gayesi ile belirli kısıtlamalar getirilmiştir. Bunun sonucunda, hukuk hâkimi şekli gerçeği arayacak, maddi gerçek öncelikli hedef olmayacaktır. Ancak ceza hâkimi bunun tersine öncelikli hedef olarak maddi gerçeğe ulaşmaya çalışacaktır. O hâlde ceza mahkemesinin maddi nedensellik bağını (illiyet ilişkisi) tespit eden kesinleşmiş hükmünün hukuk hâkimini bağlamasına, BK’nın 53.maddesi bir engel oluşturmaz (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 16.09.1981 tarihli, 1979/1-131 E. ve 1981/587 K., 27.04.2011 tarihli 2011/17-50 E., 2011/231 K.; 03.04.2013 tarihli, 2012/19-873 E., 2013/433 K. sayılı kararları;  Çenberci, M: Hukuk Davalarında Kesin Hüküm, 1965,s.22 vd).
             Yargıtay’ın yerleşik uygulamasına ve öğretideki genel kabule göre, maddi olgunun tespitine ilişkin ceza mahkemesi kararı hukuk hâkimini bağlar. Ceza mahkemesinde bir maddi olayın varlığı ya da yokluğu konusundaki kesinleşmiş kabule rağmen, aynı konunun hukuk mahkemesinde yeniden tartışılması olanaklı değildir (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 11.10.1989 tarihli ve 1989/11-373 E., 472 K.; 27.04.2011 tarihli, 2011/17-50 E., 2011/231 K.; 03.04.2013 tarihli ve 2012/19-873 E., 2013/433 K. sayılı kararları).
Davacı yan sahtelik ve bedelsizlik iddiasına dayanırken, davalı tarafça iddialar reddedilerek yargılama aşamasında çeklerin bono bedellerine karşılık olarak ödendiği belirtilmiştir. Çek ile yapılan işlemlerin gerçek işlemler olmadığı, fiktif işlemler sonucu gerçek bir para giriş ve çıkışı olmadığı hâlde banka görevlileri tarafından para giriş ve çıkışı varmış gibi işlemler yapıldığının iddia edildiği, anılan olay ile ilgili olarak Banka müfettişlerince inceleme başlatıldığı, ilgililer hakkında da ceza soruşturması yürütülerek kamu davası açıldığı anlaşılmıştır. Mahkemece açılmış olan ceza davasının sonucu beklenmeyerek ceza dosyasındaki bir takım ifadelere  ve Banka müfettişi tarafından yapılan inceleme raporundaki beyanlara istinaden işlemlerin fiktif olduğu belirtilmiştir. Oysa ki; sahtelik davasına konu senedin sahteliğini veya sahte olmadığını (maddi vakıayı) tespit eden kesinleşmiş ceza mahkemesi kararı, menfi tespit davası bakımından kesin delil teşkil eder ve hukuk hâkimini bağlar. Yine yapılan işlemlerin fiktif işlemler olup olmadığı hususu da eldeki davada  çözümlenmesi gereken maddi vakıadır.  Bu nedenle somut olay kapsamında  maddi vakıayı çözümleyecek iddialara ilişkin olarak açılmış olan ceza davasında verilerek karar sonuca etkili olacağından ceza davasının menfi tespit davası bakımından bekletici mesele yapılması gerektiği noktasında da şüphe bulunmamaktadır.
Kademeli olarak açılan davada öncelikle davaya konu senetlerin ve taahhütnamenin sahtelik nedeniyle hükümsüz olduğu, hükümsüzlük talebi kabul görmediği takdirde de bedelsiz olduğundan borçlu bulunmadığının tespiti istendiğine göre; asli talep konusu olan sahtecilik iddiası bakımından çelişkiyi giderici rapor alındıktan ve maddi vakıanın tespiti bakımından beklenmesi gereken ceza davasının sonuçlanması gerekmektedir.
            Kademeli olarak ileri sürülen ikinci neden bedelsizlik iddiası olduğundan ispat yükü üzerinde durulmalıdır.
Önemle vurgulanmalıdır ki; menfi tespit davasında deliller normal bir hukuk davasındaki gibidir:
Menfî tespit davasında ispat yükü, kural olarak davalı alacaklıya düşer; fakat, davacıya (borçluya) düştüğü hâller de vardır:
Davacı (borçlu), davalının (alacaklının) varlığını iddia ettiği hukuki ilişkiyi (meselâ borcu) sadece inkâr etmekle yetinmekte ise, yani bu hukuki İlişkinin (borcun) hiç doğmadığını ileri sürmekte ise ispat yükü davalıya düşer. Çünkü, hukuki ilişkinin (borcun) varlığını iddia eden davalı olduğu için, ispat yükü davalı alacaklıya düşer (HMK m. 190; MK m.6).
Fakat, alacaklının dayandığı senedin karşılıksız olduğunu ispat yükü, davacıya (borçluya) düşer. - Bunun gibi, davacı (borçlu), davalının (alacaklının) iddia ettiği alacağın ödeme, ibra ve takas gibi bir nedenle son bulduğunu ileri sürerse, bu iddiayı ispat yükü de davacı borçluya düşer (Kuru,  s:143).
Davaya konu bonolar nakden kaydını içermekte olup; bu kayıt karşısında bedelsizlik bakımından açılan menfi tespit davasında da ispat yükü davacı borçludadır. Davalı tarafça belirtilen celsede yapılan açıklamalar senedin talili niteliğinde de değildir. Bu nedenle ispat yükünün yer değiştirdiğinden söz edilemeyecektir. Ne var ki; sahtecilik iddiası bakımından yukarıda açıklanan biçimde bir sonuca vardıktan sonra,   davacının bedelsizlik iddiasını kanıtlaması yönünden bir karar verilebilmesi için de öncelikle açılmış olan ceza davasının sonucu beklenmeli ve sonucuna göre; yapılan işlemler bakımından gerektiğinde banka kayıtları üzerinde konusunda uzman bilirkişi heyetinden de bilirkişi raporu alınmalıdır.
Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında;  bonoların vade tarihlerinin aynı olduğu ve büyük meblağlar içerdiği, iki ayrı senedin tanzim tarihi ile vade tarihi arasında bir hafta gibi bir süre bulunduğu ve bonoların  her birinin  en az üç ayrı kalemle tanzim edildiğinin tespit edildiği, davada bono bedellerinin çeklerle ödendiği savunulmuş ise de; banka memurlarının ceza mahkemesi huzurunda verdikleri ifadelerden ve müfettiş inceleme raporundaki beyanlardan çeklerle ilgili yapılan işlemlerin gerçeği yansıtmadığı ve fiktif işlemler olduğunun anlaşıldığı, davacının sahtelik ve bedelsizlik iddiasını kanıtladığı, yapılan inceleme ve araştırmanın yeterli olduğu ve yerel mahkeme kararının onanması gerektiği yönünde ileri sürülen görüş yukarıda açıklanan gerekçelerle Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir…”[1]


[1] HGK 16/04/2019 gün, 2017/19-832 Esas, 2019/459 Karar

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

aklımda-

 sın

TIBBİ ETİK