“…Davalı tarafından varlığı inkâr edilen bir
Davalı tarafından varlığı inkâr edilen bir HUKUKİ İLİŞKİNİN MEVCUT OLMADIĞININ (yok
olduğunun) tespiti için açılan davaya menfi (olumsuz) tespit davası denir
(Kuru, B: İcra ve İflâs Hukuku Ders Kitabı, Ankara, 2017, s. 136).
Menfi tespit davası, 2004 sayılı İcra İflas
Kanunu’nun (İİK) 72. maddesinde düzenlenmiştir.
Bu maddeye göre, borçlu, İCRA
TAKİBİNDEN ÖNCE veya TAKİP SIRASINDA ya da İCRA TAKİBİNDEN SONRA borçlu
bulunmadığını ispat için menfi tespit davası açabilir. Bu dava maddi hukuk ve
usul hukuku bakımından genel hükümlere dayalıdır ve normal bir hukuk davası
olarak açılır.
Davacı menfi tespit davasını
birbiriyle çelişmemek üzere birden fazla nedene dayandırabilir. Eş söyleyişle
davacı; 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nda (HUMK) olmayan, ancak
Yargıtay içtihatlarıyla “kademeli dava” olarak adlandırılan ve 6100 sayılı
Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nda (HMK) terditli dava olarak yerini alıp Kanun’un
111. maddesinde düzenlenen biçimde de terditli dava açılabilir. Terditli
davalarda aynı dava içerisinde, aynı davalıya karşı birden fazla talep arasında
bir aslilik-ferilik ilişkisi kurmak suretiyle aynı dava dilekçesinde ileri
sürülmektedir. Kademeli olarak ileri
sürülen taleplerde (davada) hâkim öncelikle asli talebi inceleyecek ve asli
talep bakımından bir karar verecektir. Ferî talep asıl talebe bağlı olarak
ileri sürüldüğünden asıl talebin esastan reddine karar verilmedikçe ferî talep
hüküm altına alınamayacaktır.
Eldeki dava da kademeli olarak sahtelik
ve bedelsizlik nedenine dayalı olarak açılmıştır. Bu durumda mahkemece
öncelikte sahtecilik iddiasının incelenmesi dava konusu senetlerde ve
taahhütnamedeki imzaların davacı borçluya ait olduğunun anlaşılması hâlinde bu
kez bedelsizlik iddiasının incelenmesi gerekmektedir. Açıklanan bu genel
ilkeler bakımından Özel Daire ve Yerel
Mahkeme arasında bir uyuşmazlık
bulunmamaktadır. İlk uyuşmazlık; (I) numaralı maddede belirtildiği gibi,
sahtecilik iddiası bakımından yapılan araştırma ve incelemenin yeterli olup
olmadığı noktasındadır.
Hemen belirtilmelidir ki, herhangi
bir belgedeki imza veya yazının olmadığı hususunda yapılacak bilirkişi
incelemesinin, konunun uzmanınca ve gerekli donanıma sahip bir laboratuvar
ortamında, optik aletler ve o incelemenin gerektirdiği diğer cihazlar
kullanılarak grafolojik ve grafometrik yöntemlerle yapılması; bu alet ve
yöntemlerle gerek incelemeye konu ve
gerekse karşılaştırmaya esas belgelerdeki imza veya yazının tersim, seyir baskı
derecesi, eğim, doğrultu gibi yönlerden taşıdığı özellikleri tam ve kuşkuya yer
vermeyecek şekilde belirlenip karşılaştırılması; sonuçta imza veya yazının
atfedilen kişiye ait olup olmadığının, dayanakların mahkemenin ve Yargıtay'ın
denetimine elverişli bir raporla ortaya konulması; gerektiğinde karşılaştırılan
imza veya yazının hangi nedenle farklı veya aynı kişinin eli ürünü olduğunun
fotoğraf ya da diğer uygun görüntü teknikleriyle de desteklenmesi şarttır.
Mahkemece sahtecilik iddiası
bakımından bilirkişi incelemesi yaptırılmış olup, 15.03.2011 tarihli bilirkişi
kurulu raporunda; davaya konu bonolarda, üç adet çekte ve taahhütnamede
davacıya atfedilen imzaların davacının eli ürünü olduğunun tespit edildiği
belirtilmiştir. Mahkemece alınan bu raporun; dosya kapsamında bulunan diğer
raporlarla uyumlu olduğu, belge asılları incelenmeksizin özel olarak alınmış
bulunan ve aksi yönde görüş belirten raporlara itibar edilemeyeceği, Kemer Cumhuriyet Başsavcılığına verilen
17.04.2012 tarihli raporda ise imzaların … eli ürünü olmadığı yönündeki görüşün
de; uyumlu olan bilirkişi raporlarının,
çelişki içeren bu raporu düzenleyen bilirkişilerin görev yaptığı
kurumlardan daha donanımlı cihazlar
kullanılarak alınmış olduğundan ortaya çıkan çelişki nedeniyle yeniden inceleme
yapılmasına gerek olmadığı belirtilmiştir.
Çelişkili rapora dayalı olarak
eksik inceleme ve hatalı değerlendirme ile karar verilemez.
6100 sayılı HMK’nın 281/3.
maddesinde mahkemenin gerçeğin ortaya çıkması için gerekli görürse, yeni
görevlendireceği bilirkişi aracılığıyla tekrar inceleme yapabileceği
öngörüldüğünden ve 6754 sayılı Bilirkişilik Kanunu’nun 3. maddesinin üçüncü
bendinde belirtilen “Genel bilgi veya tecrübeyle ya da hâkimlik mesleğinin
gerektirdiği hukuki bilgiyle çözümlenmesi mümkün olan konularda bilirkişiye
başvurulamaz” ilkesi de gözetilmek suretiyle tarafların sunmuş oldukları tüm
delillerin ve açıklığa kavuşturdukları konuların değerlendirilmesi için davacı
yanın imza inkârı yönünden mahkemece raporlar arasındaki çelişkiyi giderici
Adli Tıp Kurumundan veya Güzel Sanatlar Fakültesinden ya da Jandarma Kriminal
bölümlerinden oluşacak konusunda uzman olan ve önceki bilirkişi raporlarında
imzası bulunmayan yeni bir bilirkişi kurulundan yukarıda açıklanan usule göre
düzenlenmiş, çelişkiyi giderici ve denetime elverişli olacak şekilde bilirkişi
raporu alınması gerekirken bu yönün göz ardı edilerek eksik inceleme ve
araştırma ile karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Bu noktada, ceza mahkemesi kararlarının
hukuk davasına etkisi, eş söyleyişle; ceza mahkemesinin hangi kararlarının
hukuk mahkemelerini bağlayacağı konusu üzerinde durulmasında yarar vardır:
Ceza mahkemesi kararlarının hukuk
mahkemesine (davasına) etkisi, hukukumuzda (mülga) 818 sayılı Borçlar
Kanunu’nun (BK) 53. maddesinde (6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu (TBK) m.74)
düzenlenmiş olup; hukuk hâkimi, ceza mahkemesinin kesinleşmiş kararları
karşısında ilke olarak bağımsız kılınmıştır.
Bu ilke, ceza kurallarının kamu
yararı yönünden bir yasağın yaptırımını; aynı uyuşmazlığı kapsamına alan hukuk
kurallarının ise, kişi ilişkilerinin Medeni Hukuk alanında düzenlenmesi ve
özellikle tazmin koşullarını; öngörmesi esasına dayanmaktadır.
818 sayılı BK’nın “Ceza Hukuku ile
Medeni Hukuk Arasında Münasebet” başlıklı 53. maddesinde: “Hâkim, kusur olup
olmadığına yahut haksız fiilin faili temyiz kudretini haiz bulunup
bulunmadığına karar vermek için ceza hukukunun mesuliyete dair ahkamiyle bağlı
olmadığı gibi, ceza mahkemesinde verilen beraat karariyle de mukayyet değildir.
Bundan başka ceza mahkemesi kararı, kusurun takdiri ve zararın miktarını tayin
hususunda dahi hukuk hâkimini takyit etmez.” hükmü yer almaktadır (6098 sayılı
TBK’nın 74. maddesi hükmü de aynı yönde bir düzenlemeyi içermektedir.).
Bu açık hüküm karşısında, ceza
mahkemesince verilen beraat kararı, kusur ve derecesi, zarar tutarı, temyiz
gücü ve yükletilme yeterliği, illiyet gibi esasların hukuk hâkimini
bağlamayacağı konusunda duraksama bulunmamaktadır.
Hemen belirtilmelidir ki, hukuk
hâkiminin yukarıda açıklanan bu bağımsızlığı sınırsız değildir. Gerek öğretide
ve gerekse Yargıtay'ın yerleşmiş içtihatlarında, ceza hâkiminin tespit ettiği
maddi olaylarla ve özellikle “fiilin hukuka aykırılığı” konusu ile hukuk
hâkiminin tamamen bağlı olacağı kabul edilmektedir. Diğer bir anlatımla, maddi
olayları ve yasak eylemlerin varlığını saptayan ceza mahkemesi kararı, taraflar
yönünden kesin delil niteliğini taşır (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 10.1.975
tarihli, 1971/T-406 E. ve 1975/1 K; 23.1.1985 tarihli, 1983/10-372 E. ve
1985/21 K.; 27.04.2011 tarihli, 2011/17-50 E. ve 2011/231 K.; 03.04.2013
tarihli, 2012/19-873 E.,2013/433 K.
sayılı kararları).
Vurgulamakta yarar vardır ki, hukuk
usulü bir şekil hukukudur. Davanın açılması, itirazların ileri sürülmesi,
tanıkların ve diğer delillerin bildirilmesi belirli süre koşullarına bağlı
kılındığı gibi, ikinci tanık listesi verilememesi, iddia ve savunmanın
genişletilmesi yasağı gibi yargılamanın süratle sonuçlandırılması gayesi ile
belirli kısıtlamalar getirilmiştir. Bunun sonucunda, hukuk hâkimi şekli gerçeği
arayacak, maddi gerçek öncelikli hedef olmayacaktır. Ancak ceza hâkimi bunun
tersine öncelikli hedef olarak maddi gerçeğe ulaşmaya çalışacaktır. O hâlde
ceza mahkemesinin maddi nedensellik bağını (illiyet ilişkisi) tespit eden
kesinleşmiş hükmünün hukuk hâkimini bağlamasına, BK’nın 53.maddesi bir engel
oluşturmaz (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 16.09.1981 tarihli, 1979/1-131 E. ve
1981/587 K., 27.04.2011 tarihli 2011/17-50 E., 2011/231 K.; 03.04.2013 tarihli,
2012/19-873 E., 2013/433 K. sayılı kararları;
Çenberci, M: Hukuk Davalarında Kesin Hüküm, 1965,s.22 vd).
Yargıtay’ın yerleşik uygulamasına ve
öğretideki genel kabule göre, maddi olgunun tespitine ilişkin ceza mahkemesi
kararı hukuk hâkimini bağlar. Ceza mahkemesinde bir maddi olayın varlığı ya da
yokluğu konusundaki kesinleşmiş kabule rağmen, aynı konunun hukuk mahkemesinde
yeniden tartışılması olanaklı değildir (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun
11.10.1989 tarihli ve 1989/11-373 E., 472 K.; 27.04.2011 tarihli, 2011/17-50
E., 2011/231 K.; 03.04.2013 tarihli ve 2012/19-873 E., 2013/433 K. sayılı
kararları).
Davacı yan sahtelik ve bedelsizlik
iddiasına dayanırken, davalı tarafça iddialar reddedilerek yargılama aşamasında
çeklerin bono bedellerine karşılık olarak ödendiği belirtilmiştir. Çek ile
yapılan işlemlerin gerçek işlemler olmadığı, fiktif işlemler sonucu gerçek bir
para giriş ve çıkışı olmadığı hâlde banka görevlileri tarafından para giriş ve
çıkışı varmış gibi işlemler yapıldığının iddia edildiği, anılan olay ile ilgili
olarak Banka müfettişlerince inceleme başlatıldığı, ilgililer hakkında da ceza
soruşturması yürütülerek kamu davası açıldığı anlaşılmıştır. Mahkemece açılmış
olan ceza davasının sonucu beklenmeyerek ceza dosyasındaki bir takım
ifadelere ve Banka müfettişi tarafından
yapılan inceleme raporundaki beyanlara istinaden işlemlerin fiktif olduğu
belirtilmiştir. Oysa ki; sahtelik davasına konu senedin sahteliğini veya sahte
olmadığını (maddi vakıayı) tespit eden kesinleşmiş ceza mahkemesi kararı, menfi
tespit davası bakımından kesin delil teşkil eder ve hukuk hâkimini bağlar. Yine
yapılan işlemlerin fiktif işlemler olup olmadığı hususu da eldeki davada çözümlenmesi gereken maddi vakıadır. Bu nedenle somut olay kapsamında maddi vakıayı çözümleyecek iddialara ilişkin
olarak açılmış olan ceza davasında verilerek karar sonuca etkili olacağından
ceza davasının menfi tespit davası bakımından bekletici mesele yapılması
gerektiği noktasında da şüphe bulunmamaktadır.
Kademeli olarak açılan davada
öncelikle davaya konu senetlerin ve taahhütnamenin sahtelik nedeniyle hükümsüz
olduğu, hükümsüzlük talebi kabul görmediği takdirde de bedelsiz olduğundan
borçlu bulunmadığının tespiti istendiğine göre; asli talep konusu olan
sahtecilik iddiası bakımından çelişkiyi giderici rapor alındıktan ve maddi
vakıanın tespiti bakımından beklenmesi gereken ceza davasının sonuçlanması
gerekmektedir.
Kademeli olarak ileri sürülen ikinci neden
bedelsizlik iddiası olduğundan ispat yükü üzerinde durulmalıdır.
Önemle vurgulanmalıdır ki; menfi
tespit davasında deliller normal bir hukuk davasındaki gibidir:
Menfî tespit davasında ispat yükü,
kural olarak davalı alacaklıya düşer; fakat, davacıya (borçluya) düştüğü hâller
de vardır:
Davacı (borçlu), davalının
(alacaklının) varlığını iddia ettiği hukuki ilişkiyi (meselâ borcu) sadece
inkâr etmekle yetinmekte ise, yani bu hukuki İlişkinin (borcun) hiç doğmadığını
ileri sürmekte ise ispat yükü davalıya düşer. Çünkü, hukuki ilişkinin (borcun)
varlığını iddia eden davalı olduğu için, ispat yükü davalı alacaklıya düşer
(HMK m. 190; MK m.6).
Fakat, alacaklının dayandığı
senedin karşılıksız olduğunu ispat yükü, davacıya (borçluya) düşer. - Bunun
gibi, davacı (borçlu), davalının (alacaklının) iddia ettiği alacağın ödeme,
ibra ve takas gibi bir nedenle son bulduğunu ileri sürerse, bu iddiayı ispat
yükü de davacı borçluya düşer (Kuru,
s:143).
Davaya konu bonolar nakden kaydını
içermekte olup; bu kayıt karşısında bedelsizlik bakımından açılan menfi tespit
davasında da ispat yükü davacı borçludadır. Davalı tarafça belirtilen celsede
yapılan açıklamalar senedin talili niteliğinde de değildir. Bu nedenle ispat
yükünün yer değiştirdiğinden söz edilemeyecektir. Ne var ki; sahtecilik iddiası
bakımından yukarıda açıklanan biçimde bir sonuca vardıktan sonra, davacının bedelsizlik iddiasını kanıtlaması
yönünden bir karar verilebilmesi için de öncelikle açılmış olan ceza davasının
sonucu beklenmeli ve sonucuna göre; yapılan işlemler bakımından gerektiğinde
banka kayıtları üzerinde konusunda uzman bilirkişi heyetinden de bilirkişi
raporu alınmalıdır.
Hukuk Genel Kurulunda yapılan
görüşmeler sırasında; bonoların vade
tarihlerinin aynı olduğu ve büyük meblağlar içerdiği, iki ayrı senedin tanzim
tarihi ile vade tarihi arasında bir hafta gibi bir süre bulunduğu ve
bonoların her birinin en az üç ayrı kalemle tanzim edildiğinin
tespit edildiği, davada bono bedellerinin çeklerle ödendiği savunulmuş ise de;
banka memurlarının ceza mahkemesi huzurunda verdikleri ifadelerden ve müfettiş
inceleme raporundaki beyanlardan çeklerle ilgili yapılan işlemlerin gerçeği
yansıtmadığı ve fiktif işlemler olduğunun anlaşıldığı, davacının sahtelik ve
bedelsizlik iddiasını kanıtladığı, yapılan inceleme ve araştırmanın yeterli
olduğu ve yerel mahkeme kararının onanması gerektiği yönünde ileri sürülen
görüş yukarıda açıklanan gerekçelerle Kurul çoğunluğu tarafından
benimsenmemiştir. (yok olduğunun) tespiti için açılan davaya menfi (olumsuz)
tespit davası denir (Kuru, B: İcra ve İflâs Hukuku Ders Kitabı, Ankara, 2017,
s. 136).
Menfi tespit davası, 2004 sayılı
İcra İflas Kanunu’nun (İİK) 72. maddesinde düzenlenmiştir.
Bu maddeye göre, borçlu, icra
takibinden önce veya takip sırasında ya da icra takibinden sonra borçlu
bulunmadığını ispat için menfi tespit davası açabilir. Bu dava maddi hukuk ve
usul hukuku bakımından genel hükümlere dayalıdır ve normal bir hukuk davası
olarak açılır.
Davacı menfi tespit davasını
birbiriyle çelişmemek üzere birden fazla nedene dayandırabilir. Eş söyleyişle
davacı; 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nda (HUMK) olmayan, ancak
Yargıtay içtihatlarıyla “kademeli dava” olarak adlandırılan ve 6100 sayılı
Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nda (HMK) terditli dava olarak yerini alıp Kanun’un
111. maddesinde düzenlenen biçimde de terditli dava açılabilir. Terditli
davalarda aynı dava içerisinde, aynı davalıya karşı birden fazla talep arasında
bir aslilik-ferilik ilişkisi kurmak suretiyle aynı dava dilekçesinde ileri
sürülmektedir. Kademeli olarak ileri
sürülen taleplerde (davada) hâkim öncelikle asli talebi inceleyecek ve asli
talep bakımından bir karar verecektir. Ferî talep asıl talebe bağlı olarak
ileri sürüldüğünden asıl talebin esastan reddine karar verilmedikçe ferî talep
hüküm altına alınamayacaktır.
Eldeki dava da kademeli olarak
sahtelik ve bedelsizlik nedenine dayalı olarak açılmıştır. Bu durumda mahkemece
öncelikte sahtecilik iddiasının incelenmesi dava konusu senetlerde ve
taahhütnamedeki imzaların davacı borçluya ait olduğunun anlaşılması hâlinde bu
kez bedelsizlik iddiasının incelenmesi gerekmektedir. Açıklanan bu genel
ilkeler bakımından Özel Daire ve Yerel
Mahkeme arasında bir uyuşmazlık
bulunmamaktadır. İlk uyuşmazlık; (I) numaralı maddede belirtildiği gibi,
sahtecilik iddiası bakımından yapılan araştırma ve incelemenin yeterli olup
olmadığı noktasındadır.
Hemen belirtilmelidir ki, herhangi
bir belgedeki imza veya yazının olmadığı hususunda yapılacak bilirkişi
incelemesinin, konunun uzmanınca ve gerekli donanıma sahip bir laboratuvar
ortamında, optik aletler ve o incelemenin gerektirdiği diğer cihazlar
kullanılarak grafolojik ve grafometrik yöntemlerle yapılması; bu alet ve
yöntemlerle gerek incelemeye konu ve
gerekse karşılaştırmaya esas belgelerdeki imza veya yazının tersim, seyir baskı
derecesi, eğim, doğrultu gibi yönlerden taşıdığı özellikleri tam ve kuşkuya yer
vermeyecek şekilde belirlenip karşılaştırılması; sonuçta imza veya yazının
atfedilen kişiye ait olup olmadığının, dayanakların mahkemenin ve Yargıtay'ın
denetimine elverişli bir raporla ortaya konulması; gerektiğinde karşılaştırılan
imza veya yazının hangi nedenle farklı veya aynı kişinin eli ürünü olduğunun
fotoğraf ya da diğer uygun görüntü teknikleriyle de desteklenmesi şarttır.
Mahkemece sahtecilik iddiası
bakımından bilirkişi incelemesi yaptırılmış olup, 15.03.2011 tarihli bilirkişi
kurulu raporunda; davaya konu bonolarda, üç adet çekte ve taahhütnamede
davacıya atfedilen imzaların davacının eli ürünü olduğunun tespit edildiği
belirtilmiştir. Mahkemece alınan bu raporun; dosya kapsamında bulunan diğer
raporlarla uyumlu olduğu, belge asılları incelenmeksizin özel olarak alınmış
bulunan ve aksi yönde görüş belirten raporlara itibar edilemeyeceği, Kemer Cumhuriyet Başsavcılığına verilen
17.04.2012 tarihli raporda ise imzaların … eli ürünü olmadığı yönündeki görüşün
de; uyumlu olan bilirkişi raporlarının,
çelişki içeren bu raporu düzenleyen bilirkişilerin görev yaptığı
kurumlardan daha donanımlı cihazlar
kullanılarak alınmış olduğundan ortaya çıkan çelişki nedeniyle yeniden inceleme
yapılmasına gerek olmadığı belirtilmiştir.
Çelişkili rapora dayalı olarak
eksik inceleme ve hatalı değerlendirme ile karar verilemez.
6100 sayılı HMK’nın 281/3.
maddesinde mahkemenin gerçeğin ortaya çıkması için gerekli görürse, yeni
görevlendireceği bilirkişi aracılığıyla tekrar inceleme yapabileceği
öngörüldüğünden ve 6754 sayılı Bilirkişilik Kanunu’nun 3. maddesinin üçüncü
bendinde belirtilen “Genel bilgi veya tecrübeyle ya da hâkimlik mesleğinin
gerektirdiği hukuki bilgiyle çözümlenmesi mümkün olan konularda bilirkişiye
başvurulamaz” ilkesi de gözetilmek suretiyle tarafların sunmuş oldukları tüm
delillerin ve açıklığa kavuşturdukları konuların değerlendirilmesi için davacı
yanın imza inkârı yönünden mahkemece raporlar arasındaki çelişkiyi giderici
Adli Tıp Kurumundan veya Güzel Sanatlar Fakültesinden ya da Jandarma Kriminal
bölümlerinden oluşacak konusunda uzman olan ve önceki bilirkişi raporlarında
imzası bulunmayan yeni bir bilirkişi kurulundan yukarıda açıklanan usule göre
düzenlenmiş, çelişkiyi giderici ve denetime elverişli olacak şekilde bilirkişi
raporu alınması gerekirken bu yönün göz ardı edilerek eksik inceleme ve
araştırma ile karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Bu noktada, ceza mahkemesi kararlarının
hukuk davasına etkisi, eş söyleyişle; ceza mahkemesinin hangi kararlarının
hukuk mahkemelerini bağlayacağı konusu üzerinde durulmasında yarar vardır:
Ceza mahkemesi kararlarının hukuk
mahkemesine (davasına) etkisi, hukukumuzda (mülga) 818 sayılı Borçlar
Kanunu’nun (BK) 53. maddesinde (6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu (TBK) m.74)
düzenlenmiş olup; hukuk hâkimi, ceza mahkemesinin kesinleşmiş kararları
karşısında ilke olarak bağımsız kılınmıştır.
Bu ilke, ceza kurallarının kamu
yararı yönünden bir yasağın yaptırımını; aynı uyuşmazlığı kapsamına alan hukuk
kurallarının ise, kişi ilişkilerinin Medeni Hukuk alanında düzenlenmesi ve
özellikle tazmin koşullarını; öngörmesi esasına dayanmaktadır.
818 sayılı BK’nın “Ceza Hukuku ile
Medeni Hukuk Arasında Münasebet” başlıklı 53. maddesinde: “Hâkim, kusur olup
olmadığına yahut haksız fiilin faili temyiz kudretini haiz bulunup
bulunmadığına karar vermek için ceza hukukunun mesuliyete dair ahkamiyle bağlı
olmadığı gibi, ceza mahkemesinde verilen beraat karariyle de mukayyet değildir.
Bundan başka ceza mahkemesi kararı, kusurun takdiri ve zararın miktarını tayin
hususunda dahi hukuk hâkimini takyit etmez.” hükmü yer almaktadır (6098 sayılı
TBK’nın 74. maddesi hükmü de aynı yönde bir düzenlemeyi içermektedir.).
Bu açık hüküm karşısında, ceza
mahkemesince verilen beraat kararı, kusur ve derecesi, zarar tutarı, temyiz
gücü ve yükletilme yeterliği, illiyet gibi esasların hukuk hâkimini
bağlamayacağı konusunda duraksama bulunmamaktadır.
Hemen belirtilmelidir ki, hukuk
hâkiminin yukarıda açıklanan bu bağımsızlığı sınırsız değildir. Gerek öğretide
ve gerekse Yargıtay'ın yerleşmiş içtihatlarında, ceza hâkiminin tespit ettiği
maddi olaylarla ve özellikle “fiilin hukuka aykırılığı” konusu ile hukuk
hâkiminin tamamen bağlı olacağı kabul edilmektedir. Diğer bir anlatımla, maddi
olayları ve yasak eylemlerin varlığını saptayan ceza mahkemesi kararı, taraflar
yönünden kesin delil niteliğini taşır (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 10.1.975
tarihli, 1971/T-406 E. ve 1975/1 K; 23.1.1985 tarihli, 1983/10-372 E. ve
1985/21 K.; 27.04.2011 tarihli, 2011/17-50 E. ve 2011/231 K.; 03.04.2013
tarihli, 2012/19-873 E.,2013/433 K.
sayılı kararları).
Vurgulamakta yarar vardır ki, hukuk
usulü bir şekil hukukudur. Davanın açılması, itirazların ileri sürülmesi,
tanıkların ve diğer delillerin bildirilmesi belirli süre koşullarına bağlı
kılındığı gibi, ikinci tanık listesi verilememesi, iddia ve savunmanın genişletilmesi
yasağı gibi yargılamanın süratle sonuçlandırılması gayesi ile belirli
kısıtlamalar getirilmiştir. Bunun sonucunda, hukuk hâkimi şekli gerçeği
arayacak, maddi gerçek öncelikli hedef olmayacaktır. Ancak ceza hâkimi bunun
tersine öncelikli hedef olarak maddi gerçeğe ulaşmaya çalışacaktır. O hâlde
ceza mahkemesinin maddi nedensellik bağını (illiyet ilişkisi) tespit eden
kesinleşmiş hükmünün hukuk hâkimini bağlamasına, BK’nın 53.maddesi bir engel
oluşturmaz (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 16.09.1981 tarihli, 1979/1-131 E. ve
1981/587 K., 27.04.2011 tarihli 2011/17-50 E., 2011/231 K.; 03.04.2013 tarihli,
2012/19-873 E., 2013/433 K. sayılı kararları;
Çenberci, M: Hukuk Davalarında Kesin Hüküm, 1965,s.22 vd).
Yargıtay’ın yerleşik uygulamasına ve öğretideki
genel kabule göre, maddi olgunun tespitine ilişkin ceza mahkemesi kararı hukuk
hâkimini bağlar. Ceza mahkemesinde bir maddi olayın varlığı ya da yokluğu
konusundaki kesinleşmiş kabule rağmen, aynı konunun hukuk mahkemesinde yeniden
tartışılması olanaklı değildir (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 11.10.1989
tarihli ve 1989/11-373 E., 472 K.; 27.04.2011 tarihli, 2011/17-50 E., 2011/231
K.; 03.04.2013 tarihli ve 2012/19-873 E., 2013/433 K. sayılı kararları).
Davacı yan sahtelik ve bedelsizlik
iddiasına dayanırken, davalı tarafça iddialar reddedilerek yargılama aşamasında
çeklerin bono bedellerine karşılık olarak ödendiği belirtilmiştir. Çek ile
yapılan işlemlerin gerçek işlemler olmadığı, fiktif işlemler sonucu gerçek bir
para giriş ve çıkışı olmadığı hâlde banka görevlileri tarafından para giriş ve
çıkışı varmış gibi işlemler yapıldığının iddia edildiği, anılan olay ile ilgili
olarak Banka müfettişlerince inceleme başlatıldığı, ilgililer hakkında da ceza
soruşturması yürütülerek kamu davası açıldığı anlaşılmıştır. Mahkemece açılmış
olan ceza davasının sonucu beklenmeyerek ceza dosyasındaki bir takım
ifadelere ve Banka müfettişi tarafından
yapılan inceleme raporundaki beyanlara istinaden işlemlerin fiktif olduğu belirtilmiştir.
Oysa ki; sahtelik davasına konu senedin sahteliğini veya sahte olmadığını
(maddi vakıayı) tespit eden kesinleşmiş ceza mahkemesi kararı, menfi tespit
davası bakımından kesin delil teşkil eder ve hukuk hâkimini bağlar. Yine
yapılan işlemlerin fiktif işlemler olup olmadığı hususu da eldeki davada çözümlenmesi gereken maddi vakıadır. Bu nedenle somut olay kapsamında maddi vakıayı çözümleyecek iddialara ilişkin
olarak açılmış olan ceza davasında verilerek karar sonuca etkili olacağından
ceza davasının menfi tespit davası bakımından bekletici mesele yapılması
gerektiği noktasında da şüphe bulunmamaktadır.
Kademeli olarak açılan davada
öncelikle davaya konu senetlerin ve taahhütnamenin sahtelik nedeniyle hükümsüz
olduğu, hükümsüzlük talebi kabul görmediği takdirde de bedelsiz olduğundan
borçlu bulunmadığının tespiti istendiğine göre; asli talep konusu olan
sahtecilik iddiası bakımından çelişkiyi giderici rapor alındıktan ve maddi
vakıanın tespiti bakımından beklenmesi gereken ceza davasının sonuçlanması
gerekmektedir.
Kademeli olarak ileri sürülen ikinci
neden bedelsizlik iddiası olduğundan ispat yükü üzerinde durulmalıdır.
Önemle vurgulanmalıdır ki; menfi
tespit davasında deliller normal bir hukuk davasındaki gibidir:
Menfî tespit davasında ispat yükü,
kural olarak davalı alacaklıya düşer; fakat, davacıya (borçluya) düştüğü hâller
de vardır:
Davacı (borçlu), davalının
(alacaklının) varlığını iddia ettiği hukuki ilişkiyi (meselâ borcu) sadece
inkâr etmekle yetinmekte ise, yani bu hukuki İlişkinin (borcun) hiç doğmadığını
ileri sürmekte ise ispat yükü davalıya düşer. Çünkü, hukuki ilişkinin (borcun)
varlığını iddia eden davalı olduğu için, ispat yükü davalı alacaklıya düşer
(HMK m. 190; MK m.6).
Fakat, alacaklının dayandığı
senedin karşılıksız olduğunu ispat yükü, davacıya (borçluya) düşer. - Bunun
gibi, davacı (borçlu), davalının (alacaklının) iddia ettiği alacağın ödeme,
ibra ve takas gibi bir nedenle son bulduğunu ileri sürerse, bu iddiayı ispat
yükü de davacı borçluya düşer (Kuru,
s:143).
Davaya konu bonolar nakden kaydını
içermekte olup; bu kayıt karşısında bedelsizlik bakımından açılan menfi tespit
davasında da ispat yükü davacı borçludadır. Davalı tarafça belirtilen celsede
yapılan açıklamalar senedin talili niteliğinde de değildir. Bu nedenle ispat
yükünün yer değiştirdiğinden söz edilemeyecektir. Ne var ki; sahtecilik iddiası
bakımından yukarıda açıklanan biçimde bir sonuca vardıktan sonra, davacının bedelsizlik iddiasını kanıtlaması
yönünden bir karar verilebilmesi için de öncelikle açılmış olan ceza davasının
sonucu beklenmeli ve sonucuna göre; yapılan işlemler bakımından gerektiğinde
banka kayıtları üzerinde konusunda uzman bilirkişi heyetinden de bilirkişi
raporu alınmalıdır.
Hukuk Genel Kurulunda yapılan
görüşmeler sırasında; bonoların vade
tarihlerinin aynı olduğu ve büyük meblağlar içerdiği, iki ayrı senedin tanzim
tarihi ile vade tarihi arasında bir hafta gibi bir süre bulunduğu ve
bonoların her birinin en az üç ayrı kalemle tanzim edildiğinin
tespit edildiği, davada bono bedellerinin çeklerle ödendiği savunulmuş ise de;
banka memurlarının ceza mahkemesi huzurunda verdikleri ifadelerden ve müfettiş
inceleme raporundaki beyanlardan çeklerle ilgili yapılan işlemlerin gerçeği
yansıtmadığı ve fiktif işlemler olduğunun anlaşıldığı, davacının sahtelik ve
bedelsizlik iddiasını kanıtladığı, yapılan inceleme ve araştırmanın yeterli
olduğu ve yerel mahkeme kararının onanması gerektiği yönünde ileri sürülen
görüş yukarıda açıklanan gerekçelerle Kurul çoğunluğu tarafından
benimsenmemiştir…”[1]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder