19 Mayıs 2017 Cuma

MÜLTECİ HUKUKU

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER BÜNYESİNDE YAPILAN MÜLTECİ TANIMLARI


Birleşmiş Milletler çatısı altında yürütülen yasal çalışmalar arasında ilk olarak 1948 tarihli insan hakları Evrensel Bildirgesinde sığınma hakkı kavramına yer verildiğini görüyoruz.Bildirgenin 14(1) maddesine göre “Herkes zulüm karşısında başka ülkelerde sığınma talebinde bulunma ve sığınma olanağından yararlanma hakkına sahiptir” Bildirgenin kendisi mülteci ya da sığınmacı tanımına yer vermemekle birlikte, soyut olarak da olsa sığınma hakkı kavramına işaret etmektedir.

Bu dönemde, BMMYK’nin Birleşmiş Milletlerin mültecilerden sorumlu temel kurumu olarak uluslar arası Mülteci Örgütünün yerini aldığı gözlenmektedir.BMMYK Birleşmiş Milletler Genel Kurulu kararıyla mülteciler için uluslar arası koruma sağlamak ve mültecilerin sorunlarına kalıcı çözümler aramak amacıyla kurulmuştur.Statüsü gereği BMMYK siyasi olmayan, insani ve sosyal nitelikte bir uluslar arası örgüt olarak mülteci grupları ve kategorileri ile ilgilenmek üzere kurulmuştur.

Çeşitli mülteci kategorilerini BMMYK’nin yetki alanına dahil etmek suretiyle mülteci tanımına ilişkin düzenlemelere statüde yer verilmiştir.Bu bağlamda, BMMYK Statüsü daha önceki yıllarda Uluslar arası Mülteci Örgütü tarafından mülteci kabul edilen kişileri yetki ve sorumluluk kapsamına dahil etmiştir.ikinci olarak 1 Ocak 1951 tarihinden önce meydana gelen olaylar nedeniyle menşei ülkesi dışında bulunan ve haklı nedenlere dayalı zulüm korkusu yüzünden ya da kişisel kolaylık dışında kalan nedenlerden dolayı ülkesinin korunmasından yararlanmayan veya yararlanmak istemeyen kişiler BMM YK nin yetki alanına giren mülteciler olarak tanımlanmaktadır.

Üçüncü olarak BMMYK statüsü “ırkı dini tabiiyeti veya siyasi düşüncesi yüzünden haklı zulüm korkusu altında olması nedeniyle tabiiyetinde bulunduğu ya da herhangi bir tabiiyeti yoksa önceden mutaden ikamet ettiği ülke dışında bulunan ve bu korku nedeniyle tabiiyetinde bulunduğu devletin ya da herhangi bir tabiiyeti yoksa önceden mutaden ikamet ettiği ülke devletinin korunmasından yararlanmak istemeyen diğer kişileri” de mülteci olarak yetki ve sorumluluk kapsamına almaktadır.Bu tanımlama biçimi herhangi bir zaman ya da coğrafi sınırlamaya yer vermemesi nedeniyle evrensel bir karakter taşımakta ve bu yönüyle Birleşmiş Milletlerden koruma ve yardım görecek kişilerin belirlenmesi konusunda keskin bir ayrılma noktası oluşturmaktadır.Zira geleneksel olarak bir yabancının mülteci korumasından yararlanmasını sağlayan belirleyici unsur bunların tabiiyetinde bulundukları devletin korumasından yararlanmamalarıydı.

Birleşmiş milletler bünyesinde özellikle Genel Kurul ve ECOSOC kararları ile zaman içerisinde statüde benimsenen mülteci tanımının ve BMMYK’ya verilen yetkilerin genişletildiği gözlenmektedir.BMMYK statüsünde bir yandan BMMYK nin ilke olarak mülteci grup ve kategorileri ile ilgilenileceği belirtilerek mülteci korumasında grup yaklaşımı benimsenirken, diğer taraftan da bireysel mülteci tanımına yer verilerek olay bazında bireysel statü belirlemeye olanak sağlanmaktadır.Birbiriyle tezat oluşturan bu yaklaşım farklılıkları BMMYK uygulamasında esnek bir yaklaşım benimsenmesine ve uluslar arası toplumun ilgi alanına giren mülteciler kavramının gelişimine neden olmuştur.

Bu çerçevede, Birleşmiş Milletler Genel kurulu tarafından 1957 yılında BMMYK’ya durumları uluslar arası toplumun ilgi alanına girmesine rağmen mülteci tanımının koşullarını karşılamayan mültecilere yardımda bulunma yetkisi verilmiştir.Dostça girişim “good offices” hizmeti olarak kavramsallaştırılan bu uygulama, takip eden yıllarda dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşanan mülteci sorunlarında Yüksek Komiserliğin koruma sağlamasına olanak sağlamıştır.BM Genel kurulu kararlarında dostça girişim çerçevesinde korunan mülteciler kavramı yerini zaman içerisinde BMMYK nın ilgi alanına giren mülteciler kavramına terk etmiştir.

1960’lı yıllarda Afrika’da yaşanan mülteci sorununun ulaştığı boyutlar gerekli mekanizmaların yokluğu nedeniyle, mülteci statüsünün bireysel olarak değerlendirilmesini imkansız hale getirmiştir.Bu nedenle, grup temelli statü belirleme özellikle büyük çaplı kitlesel sığınma olaylarında bireysel statü belirlemenin tanım ve ispat zorluklarından kaynaklanan adaletsizleri önleyici nitelikte görülmeye başlanmıştır.

1970’li yıllardan itibaren hem BM Genel kurulu kararlarında hem ekonomik ve Sosyal Konsey kararlarında yerinden edilmiş kişiler ya da ülke içinde yerinden edilmiş kişiler kavramı mülteci kavramı ile birlikte kullanılmaya başlanmıştır.Ülke içinde yerinden edilmiş kişiler; silahlı çatışma, iç kargaşa, insan haklarının sistematik ihlali ya da doğal veya insan kaynaklı afetler sonucunda evini ve yaşadığı yeri terk etmek zorunda kalıp kendi ülkesi sınırları içinde bulunan kişiler olarak tanımlanabilir.İki kavram arasındaki fark; mültecilerin uluslar arası tanınmış bir sınırı geçmiş olmaları, yerinden edilmiş kişilerin ise uluslar arası tanınmış bir sınırı geçmemiş olmalarıdır.

Ülke içinde yerinden edilmiş kişilere gerekli koruma ve yardım sağlama yetkisi uluslar arası hukukun genel ilkeleri çerçevesinde ulusal egemenlik ve devletlerin içişlerine müdahale etmeme prensipleri çerçevesinde ilgili ulusal devlete ait olan bir yetkidir.BMGK kararları çerçevesinde,BMMYK’nin ülke içinde yerinden edilmiş kişilerle ilgili sorumluluğunun doğabilmesi için iki temel koşulun yerine getirilmiş olması gerekmektedir.
1-BM Genel Sekreti ya da yetkili diğer BM organı tarafından yapılan özel istek,
2-İlgili devletin rızası,
Bunun dışında, ne BMMYK’nin ne de diğer bir BM organının kendi ülkelerinin sınırları içinde kalan kişileri koruma konusunda herhangi bir yasal yetkisi bulunmamaktadır.

BMMYK’nin ilgi alanına giren kişileri belirlemede özellikle kitlesel sığınma olaylarında haklı zulüm görme korkusunun ispatı yerine koruma noksanlığının bir kriter olarak kullanılması gerektiği önerilmektedir.Mülteci tanımının yasal unsurları arasında yer alan menşei ülke devletinin koruma sağlamaması;  kişi yaşamına, özgürlüğüne  ve güvenliğine yönelik ülke içi faktörlerden kaynaklanabilir.Böylece, BMMYK’nin ilgi alanına giren kişiler
a-Belirli somut nedenlerden dolayı haklı nedenlere dayalı zulüm korkusu yüzünden ülkesi dışında olanlar ve
b-uluslar arası sınırları aşmış olarak menşei ülke devletinin korumasından yoksun olanları içermektedir.BMMYK, mülteci ve sığınmacılar ile ülkesinde yerinden edilmiş kişilerin yanı sıra vatansızlar ve ülkelerine geri dönüş yapacak kişilerle ilgili de sorumluluk üstlenmektedir.

1951 Cenevre Sözleşmesi ve 1967 Protokolünde Mülteci tanımı

İlk olarak vurgulanmalıdır ki, 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesine taraf devletler, önceki uluslar arası belgelere göre mülteci kabul edilen kişileri mülteci tanımına dahil etmektedirler.İkinci olarak BMMYK Tüzüğü çerçevesinde mülteci kabul edilen kişiler genel olarak Cenevre Sözleşmesindeki mülteci tanımı içinde yer almaktadırlar.1951 Cenevre Sözleşmesi, BMMYK Statüsünde belirtilen dört zulüm nedenine ek olarak “belirli bir sosyal gruba mensubiyet” unsurunu beşinci bir zulüm nedeni olarak mülteci tanımına taşımaktadır.

1951 Cenevre Sözleşmesi ve 1967 protokolü mülteciyi “ırkı, dini, tabiiyeti, belirli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen yahut tabiiyeti yoksa ve bu tür olaylar sonucu önceden mutaden ikamet ettiği ülke dışında bulunan oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen şahıs” olarak tanımlamaktadır.m.1A(2)


1951 Cenevre Sözleşmesinin benimsediği orijinal tanımda sadece “1 Ocak 1951’den önce meydana  gelen olaylar nedeniyle” yukardaki mülteci tanımının kapsamına giren kişileri mülteci olarak nitelendirebileceği belirtilmekteydi.Ayrıca, ihtiyari olarak mülteci tanımına coğrafi bir sınırlama getirilebilmekte ve 1 Ocak 1951’den önce Avrupa’da meydana gelen olaylar nedeniyle mülteci olabilme koşullarını yerine getiren kişilere mülteci statüsü verilebilmesi konusunda sözleşmeci devletlere seçimlik bir yetki sunulmaktaydı.

1951 Cenevre sözleşmesi ile 1967 Protokolünün benimsediği tanımdan hareketle, Sözleşme mültecileri olarak nitelendirilebilecek kişilerin bu statü kapsamında değerlendirilebilmesi için dört temel özelliğe sahip olmaları gerekmektedir.
1-Menşei ülke dışında bulunma,
2-Bu Ülkenin korumasından yararlanamama veya yararlanmak istememe ya da bu ülkeye dönememe veya dönmek istememe
3-Bu yapamama ya da yapmak istememe haklı bir zulüm korkusuna dayanmalı,
4-Zulüm korkusu, ırk, din, tabiiyet, belirli bir sosyal gruba mensubiyet veya siyasi düşünce nedeniyle olmalı

Cenevre sözleşmesindeki tanım gereği menşei ülkelerini terk ettiklerinde mülteci olmadıkları halde daha sonra ülkelerinde gelişen olaylar nedeniyle bulundukları ülkelerde mülteci haline gelmiş kişiler olabilmektedir.Bu durumdaki mültecilerin zulüm korkusunun dayanağı menşei ülkelerindeki askeri siyasi ,ırki, dini gelişmelere bağlı olarak kendi şahsi durumları olabileceği gibi sığınma ülkesinde yapmış oldukları çeşitli faaliyetler de olabilir.Bu nedenlere dayalı haklı zulüm korkusu yüzünden ülkelerine dönemeyen kişilerin bulundukları ülkede mülteci statüsü almalarına yerinde (sur place) mültecilik ve bu durumda olan kişilere yerinde mülteci (sur place refugee) adı verilmektedir.

1951 Cenevre Sözleşmesi ve 1967 Protokolündeki mülteci (refugee) terimine yer verilirken 1948 tarihli “ İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi” m.14 ile BM Genel kurulunun kabul ettiği 1967 tarihli “Ülkesel Sığınma Bildirisi”nde ‘asylum’ terimleri kullanılmaktadır.Literatürde bu terimlerin zaman zaman birbiri yerine kullanıldığı, bazen de bunlar arasında ayrım yapıldığı görülmektedir.

Bir yaklaşıma göre, iltica etme hakkı ile mülteci olmak hukuki bir statünün  kazanılmasını, sığınma hakkı ile sığınmacı olmak hukuki bir statünün kazanılmasından çok, fiili ve kısa süreli bir barınma durumunu ifade etmektedir.Mülteci, mültecilik statüsü hukuken (de jure mülteci) kabul edilmiş bir yabancıyı ifade ederken; sığınmacı mültecilik statüsü incelenen ve bu sebeple kendisine geçici koruma sağlanan(defacto mülteci) kişiye karşılık gelmektedir.Diğer bir yaklaşıma göre ise sığınmacı gerek bireysel olarak gerek grup temelinde uluslar arası koruma talep eden bir bireydir.Sığınmacı henüz koruma talebi ilgili ülke makamlarınca nihai olarak karara bağlanmamış olan bir kişidir.Bu nedenle, her bir sığınmacı nihai olarak mülteci kabul edilmeyebilir, ancak her bir mülteci başlangıçta sığınmacıdır.

Bölgesel Düzenlemelerde Mülteci Kavramı

1951 Cenevre Sözleşmesi ve 1967 protokolü mültecileri koruma sağlayan başlıca uluslar arası belgeler olmaları nedeniyle, bu belgelerde benimsenmiş olan mülteci tanımı mültecilere koruma sağlayan pek çok düzenleme açısından esin kaynağı olmuştur.Hatta bu bölgesel düzenlemelerde 1951 Cenevre Sözleşmesi ve 1967 Protokolünde benimsenen mülteci tanımından daha kapsamlı mülteci tanımlarına yer verildiği görülmektedir.

Afrika Birliği Örgütü Mülteci Tanımı

1969 tarihli Afrika Birliği Örgütü mülteci sözleşmesi  öncelikli olarak 1951 Cenevre sözleşmesinde yapılan mülteci tanımını benimsediğini belirtmektedir.ABÖ Mülteci Sözleşmesi ayrıca Cenevre Sözleşmesindeki tanımın kapsamını daha da genişleten bir mülteci tanımına yer vermektedir.ABÖ Mülteci Sözleşmesine göre “mülteci terimi menşei ülke ya da tabiiyetinde olduğu ülke dışındaki bir yerde koruma sağlamak üzere mutat olarak ikamet ettiği yeri, dış saldırı, işgal yabancı hakimiyeti ya da menşei ülkenin veya tabiiyetinde bulunduğu ülkenin bir kısmında ya da tamamında kamu düzenini ciddi şekilde sarsan olaylar yüzünden terk etmek zorunda kalan kişiler için geçerli olacaktır m.1(2)

Bu mülteci tanımı Afrika’daki bağımsızlık savaşlarında yaşanan deneyimlerin sonucu olarak ortaya çıkmıştır.Bu tanık özellikle iç savaşın nüfusun tamamı üzerinde doğurduğu etkiler nedeniyle ülkesinden kaçmak zorunda kalan kişileri mülteci tanımı ile Cenevre Sözleşmesindeki tanım arasındaki önemli bir farklılık Cenevre Sözleşmesi açısından menşei ülke ya da tabiiyet ülkesi dışında bulunma mülteci olabilmek için yeterli iken ABÖ Mülteci sözleşmesinde söz konusu nedenler yüzünden ülkeden kaçışın gerçekleşmiş olması gerekecektir.

Cartagena Deklerasyonu Mülteci tanımı

Orta Amerika devletlerince mülteci sorununa yönelik olarak Kolombiya’nın Cartagena şehrinde 1984 tarihinde imzalanan Cartagena Deklerasyonu 1951 cenevre Sözleşmesindeki tanımı aynen benimsemekle birlikte bu tanım dışında kalan kişileri de mülteci kapsamına dahil etmektedir.Buna göre Cartagena Deklerasyonu “yaşamları,güvenlikleri ya da özgürlükleri genel şiddet, yabancı baskısı, iç çatışma insan haklarının ağır ihlali ya da kamu düzenini ciddi şekilde sarsan diğer durumlar yüzünden tehdit altında olması nedeniyle ülkelerinden kaçan kişileri mülteci kapsamına almaktadır.”(3.parağraf)

Benimsenen mülteci tanımının ABÖ mülteci sözleşmesindeki mülteci tanımından etkilendiği açık bir şekilde görülmekte ve bu tanım bölge ülkelerinde yaşanan iç savaşlar yüzünden meydana gelen nüfus hareketlerini yansıtmaktadır.Cartagena deklerasyonu bir antlaşma olmaması nedeniyle hukuken bağlayıcı bir belge olarak değerlendirilmese bile benimsemiş olduğu mülteci tanımı ve prensipleri pek çok Orta ve Latin Amerika devletinin iç hukuklarına aktarılmış ve ülkesel uygulamaları etkilemiştir.

Avrupa Birliği Hukukunda Mülteci Tanımı

Amsterdam antlaşmasının 1999 yılında yürürlüğe girmesiyle birlikte Avrupa topluluğunu kuran Antlaşmanın 63.maddesi yerinden edilen kişiler ile uluslar arası korumaya ihtiyacı olan diğer kişiler için alınması olası tedbirler açısından AB minimum standartlarının belirlenmesi konusundaki yasal çerçeveyi oluşturmaktadır.Bu yasal çerçeveye dayanılarak yapılan bazı ikincil düzenlemelerde 1951 Cenevre Sözleşmesinde benimsenen mülteci tanımına ilave bazı tanımlara yer verildiği görülmektedir.

2001 tarihli Geçici Koruma Yönergesi kitlesel sığınma olaylarında sağlanması gereken minimum standartların neler olduğunu ortaya koyan bir belgedir.Yönergede öngörülen önlemler tamamıyla istisnai bir usul olup hiçbir şekilde Cenevre sözleşmesinin bireylere sağladığı mülteci statüsüne zarar vermeyecektir.Yönergedeki olanak ve kolaylıklardan yararlanabilmesi için bir kişinin Yönerge kapsamında tanımlanan yerinden edilmiş bir kişi olması gerekmektedir. Geçici Koruma yönergesindeki yerinden edilmiş kişiler şu şekilde tanımlanmaktadır.

“Yerinden edilmiş kişiler, kendi ülkelerini ya da bulundukları bölgeleri terk etmek zorunda kalmış ya da özellikle uluslar arası örgütler tarafından yapılan talep üzerine tahliye etmiş ve o ülkedeki devam eden koşullar nedeniyle güvenli ve kalıcı koşullar altında geri dönemeyen ve Cenevre Sözleşmesinin 1 A maddesinin ya da uluslar arası koruma sağlayan başka uluslar arası ya da ulusal belgeler kapsamına girebilen üçüncü ülke vatandaşları ya da vatansız kişiler, özellikle;
i-Silahlı çatışma ya da yaygın şiddet bölgelerinden kaçmış kişiler,
ii-insan hakları sistematik ya da genel olarak ihlal edilmiş ya da böyle bir duruma maruz kalma konusunda ciddi risk altında olan kişiler anlamına gelir”

2004 tarihli AB “Vasıf Yönergesi” bir taraftan 1951 Cenevre Sözleşmesi ve 1967 Protokolündeki mülteci tanımını benimserken, diğer taraftan ikincil korumadan yararlanacak mülteciler için çeşitli hükümler içermektedir.Yönerge kapsamında ikincil korumadan yararlanabilmek için bir kişinin Yönergede  belirtilen tanım kapsamına girmesi gerekmektedir.ikincil korumadan yararlanacak kişiler ise Yönergede şu şekilde tanımlanmaktadır;
“İkincil korumaya ehil kişi sığınmacı olarak nitelendirilemeyen bir üçüncü ülke vatandaşı ya da vatansız bir kişi olarak menşei ülkesine ya da vatansız ise önceki daimi ikamet ülkesine geri gönderildiği takdirde, madde 15’te tanımlanan şekilde ciddi bir zarara maruz kalma riski olduğuna dair sağlam gerekçeler gösterilen ve Madde 17(1) ve (2) kapsamına girmeyen ve kendisini o ülkenin korumasına bırakamayan ya da sözkonusu risk nedeniyle bırakmak istemeyen kişi anlamına gelir”

Yönergenin 15.maddesinde belirtilen ciddi zarar:
a-Ölüm cezası veya idam;ya da
b-Başvuru sahibinin menşe ülkede işkence görmesi veya insanlık dışı veya aşağılayıcı muameleye veya cezaya maruz kalması ya da
c-uluslar arası ve ülke içi silahlı çatışma durumlarında ayrım gözetmeyen şiddet nedeniyle bir sivilin hayatına yönelik ciddi ve bireysel tehdidi içermektedir.Vasıf yönergesinde sağlanan koruma Cenevre Sözleşmesinin sağladığı ölçüde olmasa da en azından kendisine ikincil koruma statüsü verilenler açısından resmi bir statü sağlaması yönüyle kolaylık sunmaktadır.

Ulusal Mevzuatta Mülteci ve Sığınmacı Kavramı
Türk hukukunda mülteci ve sığınmacı kavramları arasında uluslar arası hukuk literatüründe benimsenen yaklaşımdan daha farklı bir ayrım yapılmaktadır.

1994 tarihli iltica ve Sığınma yönetmeliği ile İçişleri Bakanlığının genelge ve talimatlarında terminoloji sorunu çözülmeye çalışılarak mülteci ve sığınmacı kavramları birbirinden ayrılmaya sağlanmıştır.

1994 tarihli iltica ve Sığınma Yönetmeliğinde benimsenen ayrıma göre mülteci; “Avrupa’da meydana gelen olaylar sebebiyle ırkı, dini, milliyeti belirli bir toplumsal gruba üyeliği veya siyasi düşünceleri nedeniyle takibata uğrayacağından haklı olarak korktuğu için vatandaşı olduğu ülke dışında bulunan ve vatandaşı olduğu ülkenin himayesinden istifade edemeyen veya korkudan dolayı istifade etmek istemeyen ya da uyruğu yoksa ve önceden ikamet ettiği ülke dışında bulunuyorsa oraya dönmeyen veya korkusundan dolayı dönmek istemeyen yabancıdır.”

Sığınmacı ise; “ırkı dini, milliyeti belirli bir toplumsal gruba üyeliği veya siyasi düşünceleri nedeniyle takibata uğrayacağından haklı olarak korktuğu için vatandaşı olduğu ülke dışında bulunan ve vatandaşı olduğu ülke himayesinden istifade edemeyen veya korkudan dolayı istifade etmek istemeyen ya da uyruğu yoksa ve önceden ikamet ettiği ülke dışında bulunuyorsa oraya dönmeyen veya korkusundan dolayı dönmek istemeyen yabancıdır.

Yönetmelikteki bu ayrıma göre, Avrupa dışından gelerek Cenevre Sözleşmesindeki tanıma paralel olarak mülteci olabilme kriterlerini taşıyan yabancılar ülkeye sığınmacı statüsünde kabul edileceklerdir.Bu yabancılara sığınmacı statüsü verilmek suretiyle, üçüncü bir ülke tarafından mülteci olarak kabul edilinceye kadar makul bir süre ülkede ikamet etmelerine izin verilmektedir.Yönetmelikte benimsenen tanımlar nedeniyle, Avrupa ülkelerinden gelerek uluslar arası koruma talep eden yabancılara mülteci, Avrupa dışındaki diğer bölgelerden gelerek uluslar arası koruma talep eden yabancılara ise sığınmacı denmektedir.

Uluslar arası mülteci hukukunda kullanılan mülteci-sığınmacı ayrımının Türk mülteci hukukunda uygulanan coğrafi kısılama nedeniyle değişime uğramak suretiyle farkıl bir nitelik kazandığı görülmektedir.uluslararası mülteci hukukunun sığınmacının (de facto mülteci) mültecilik koşullarını taşıdığının tespiti üzerine mülteciye (de jure mülteci) dönüşmesi yani mülteci statüsünü kazanması mümkün iken, Türk mülteci hukukunda sığınmacı olarak nitelenen kişilere hukuken mültecilik statüsünün verilmesi mümkün görünmemektedir.

2006 tarihli uygulama talimatında, yukarıdaki ayrıma paralel olarak ve uluslar arası hukuk literatüründeki defacto de jure mülteci farklılığını karşılamak üzere hem Avrupa ülkelerinden hem Avrupa dışındaki ülkelerden Türkiye’ye gelerek iltica/sığınma başvurusunda bulunmuş olan yabancılara, “başvuru sahibi”, “başvuran” ya da “iltica/sığınma başvurusunda bulunan kişi” nitelendirilmeleri yapılmaktadır.Avrupa ülkelerinden gelerek 1951 Cenevre Sözleşmesinin 1.maddesindeki koşulları karşıladığı için kendisine içişleri Bakanlığınca mülteci statüsü verilen yabancı uyruklu veya vatansız kişiye mülteci denmektedir.Avrupa dışından gelerek 1951 Cenevre Sözleşmesi’nin 1.maddesinde yer alan koşulları yerine getirdiği için kendisine İçişleri Bakanlığınca sığınmacı statüsü verilen yabancı uyruklu veya vatansız kişiye ise sığınmacı denilmektedir.


MÜLTECİ STATÜSÜ BELİRLEME

Mülteci statüsü belirleme işlevi iltica talebinde bulunan bir kişinin geçerli mülteci tanımına uygunluğunun yetkili makamlarca tespit ve tescilinden ibarettir.Uluslararası koruma talep eden kişinin durum ve koşulları ile ileri sürmüş olduğu beyanlar sığınma devleti açısından bağlayıcı mülteci tanımları çerçevesinde incelenir.Mülteci statüsünün belirlenmesi sığınma devletindeki bağlayıcı yasal düzenlemelerin somut iltica taleplerine uygulanmasını içeren bir yorumlama işlevidir.Yapılan bu tespit neticesinde ilgili devletin kapsamlı uluslar arası koruma yükümlülükleri başlar ve mülteci statüsüne alınan kişiler bu statülerinden doğan taleplerini ileri sürme hakkını elde eder.

Bir kimse mülteci tanımında belirtilen ölçülere uyduğu andan itibaren mülteci sayılmakta ve mülteci statüsü yasal olarak tanınmadan önce ilgili kişi bu statüyü fiilen elde etmiş bulunmaktadır.Dolayısıyla mülteci statüsünün tanınması kişiye mültecilik sıfatını kazandıran kurucu nitelikte bir işlem olmayıp, sadece bu statünün varlığını açıklayan bildirici nitelikte bir işlemdir.Diğer bir deyişle, ilgili kişi mülteci statüsü verildiği için mülteci olmamakta, aksine mülteci olduğu için kendisine bu statü verilmektedir.mülteci statüsünün belirlenmesi iki aşamadan oluşmaktadır.ilk aşamada iltica talebi ile bağlantılı bütün somut olgular saptanmakta ikinci aşamada elde edilen somut olguların mülteci tanımına uygunluğu ortaya konmaktadır.

Statü belirlemede incelemenin nasıl yapılacağı her ülkenin iltica ve sığınma usulüne göre farklılıklar arz edebilir.Yargı yetkisi altında bulunan kişilerden kimlerin mülteci olduğunun tespiti temelde devletlerin yetkili makamlarınca yürütülen bir işlemdir.Bunun dışında, BMMYK’nın da mülteci statüsü belirleme yetkisi bulunmaktadır.Bazı durumlarda gerekli sığınma usullerini oluşturmamış devletler BMMYK’den statüs belirleme işlevini üstlenmesini isteyebileceği gibi, bazen uluslar arası mülteci hukuku belgelerine taraf olmayan devletlerde BMMYK kendiliğinden bu görevi üstlenebilmekte, zaman zaman da statüsünden doğan yetkiler çerçevesinde BMMYK ilgi alanına giren mültecilerle ilgili statü belirleme yoluna başvurabilmektedir.

Mülteci statüsünün belirlenmesinde uygulanacak ölçütlerle ilgili temel alınacak uluslar arası belgeler 1951 tarihli Cenevre sözleşmesi ve 1967 protokolüdür.Mülteci statüsünün belirlenmesinde uygulanacak ölçütler;
1-Mülteci statüsünün kazanılmasına ilişkin koşullar(inclusion clauses),
2-Mülteci statüsü dışında bırakıllmayı gerektiren koşullar(exclusion clauses) ve
3-Mülteci statüsünü sona erdiren koşullar(cessation clauses)
Olmak üzere üç temel başlık altında incelenmektedir.

3.1.Mülteci Statüsünün Kazanılması
Mülteci statüsünün kazanılmasına ilişkin koşullar esas itibarıyla bu statünün tanınması için ilgilinin şahsında bulunması gereken ve mülteci statüsünün tanınmasına esas teşkil eden olumlu koşullardır.ilgili bölümde incelendiği üzere farklı bölgesel mülteci tanımları olabildiği gibi, mülteci kavramına ek olarak benimsenen geçici koruma, ikincil koruma gibi farklı mülteci kavramları da bulunmaktadır.Burada  mülteci statüsüne alınmaya ilişkin olumlu koşullar esas itibarıyla 1951 Cenevre Sözleşmesi ve 1967 protokolünde benimsenen mülteci tanımından hareketle incelenmektedir.

1951 cenevre Sözleşmesinin 1 A(2) maddesi mülteciyi; “ırkı, dini, tabiiyeti belirli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen yahut tabiiyeti yoksa ve bu tür olaylar sonucu önceden mutaden ikamet ettiği ülke dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen şahıs” olarak tanımlamaktadır.Bir kimse sözleşme açısından bu mülteci tanımında belirtilen koşulları yerine getirdiği andan itibaren mülteci sayılır. Bu incelemenin nasıl yapılacağı ise her ülkenin ulusal iltica ve sığınma usulüne göre değişebilecektir.

3.1.1.Zulme uğramaktan Haklı nedenlerle Korkma
Mülteci statüsünün kazınılmasında anahtar niteliğine sahip olan bu koşul iki temel unsurdan oluşmaktadır.Bunlardan birisi bir ruh halini ifade eden ve kişiye özgü bir durum olan korku unsurudur.ikincisi ise bu korkunun haklı nedenlere dayanması gerekliliğidir.Haklı nedenlere dayanan korku mülteci statüsünün belirlenmesinde hem kişiye özgü subjektif durumların hem de başvurunun nesnel koşullarının birlikte dikkate alınmasını icap ettirir.

İnsanların aynı durumlar karşısında verecekleri ruhsal tepkiler aynı olmayacağından öznel unsurların dikkate alınması zorunlu olarak başvuru sahibinin kişiliği ile yakından ilgilidir.Bazıları açısından siyasi ya da dinsel inançların aşağılanması bunlara atfedilen önem nedeniyle hayatı çekilmez kılarken, diğer bazıları açısından bu durum sorun oluşturmayabilir.Öznel unsur olarak başvuru sahibinin kişisel ve ailevi bilgilerinin belirli ırk, din, tabiiyet sosyal ya da siyasi gruplara mensubiyetinin kişisel deneyimlerinin, kısacası başvurusuna temel oluşturan asıl nedenin zulüm korkusu olduğunu ortaya koyan her türlü unsurun dikkate alınması gerekir.

Nesnel unsur olarak, başvuru sahibinin menşei ülkesindeki koşulların bilinmesi iddiaların inandırıcılığı açısından önem taşır.Böylece, başvuru sahibinin duyduğu korkunun haklı nedenlere dayanıp dayanmadığını ölçecek değerlendirme yapma imkanı doğar.Genellikle başvuru sahibinin duyduğu korkunun haklı nedenlere dayandığına inanmak için ilgili kişinin tanımda belirtilen nedenlerden dolayı, menşei ülkesinde kalması ya da ülkesine dönmesi durumunda hayatının çekilmez hale gelme olasılığının yüksek olduğunu göstermesi gerekir.Bazen menşei ülkedeki temel insan hakları ihlalleri o derece yaygın ve ağırdır ki bu durumlarda ilgili kişinin subjektif durumunun ayrıca dikkate alınmasına gerek olmadan nesnel unsurlara bağlı olarak haklı nedenlere dayalı korkunun varlığı sonucuna ulaşılabilir.

Mülteci statüsünün belirlenmesinde, her başvuru sahibinin durumunun bireysel olarak değerlendirilmesi esas olmakla birlikte, grupların toplu olarak ülkelerini terk etmek zorunda kaldıkları durumlarda grup mensubu kişilerin durumlarının grubun bütünüyle bağlantılı olarak incelenmesi gerekir.Grubun her bir üyesinin durumunu bireysel olarak incelemek mümkün olmayabilir ve tüm gruba mülteci statüsü tanımak suretiyle grubun her bir üyesinin aksi ispatlanmadıkça ilk bakışta mülteci sayılması yoluna gidilebilir. Bu durumlarda mülteci statüsünün tanınması “grup değerlendirilmesi” denilen bir biçimde gerçekleşir ve grubun her bir üyesi varışta/prima facie mülteci olarak kabul edilir.

Zulme uğramaktan haklı nedenlerle korkma unsuru haklı nedenle dayalı korkma duygusunun zulümden kaynaklanmasını gerektirmektedir.Bu nedenle, zulüm kavramı 1951 Cenevre Sözleşmesindeki mülteci tanımının çekirdeğini oluşturmaktadır.Zulüm kavramı bilinçli bir şekilde Sözleşmede tanımlanmamış, böylece zaman içerisinde ortaya çıkabilecek farklı zulüm biçimlerini içerecek esnekliğe ve yorumlanabilme niteliğine sahip dinamik bir kavram hedeflenmiştir.

Zulüm kavramını evrensel düzeyde kapsamlı bir şekilde tanımlama girişimleri sonuçsuz kalmış hangi durum ve koşulların zulüm oluşturabileceği konusu açık uçlu kalmaya devam etmektedir.Hangi eylem ve tehditlerin zulüm oluşturup oluşturmayacağı sorunu, her kişinin yukarda açıklanan öznel durumuna göre değişebileceğinden her bir somut olayın ayrı değerlendirilmesi gerekmektedir.Ayrıca tek başına değerlendirildiğinde zulüm boyutuna ulaşmayan işlem ve eylemler birlikte dikkate alındığında başvuru sahibinin kafasında haklı nedenlere bağlı zulüm korkusuna temel oluşturabilecek bir boyutta etki oluşturabilecektir.

1951 Cenevre sözleşmesinin 33.maddesinden ırk, din, tabiiyet siyasi düşünceler ya da belirli bir sosyal gruba mensubiyet nedeniyle yaşam ve özgürlüğün tehdit altında bulunması halinin her zaman zulüm oluşturacağı sonucu çıkarılabilir.Ciddi insan hakları ihlalleri, sistematik ya da mükerrer şekilde verilen ciddi zararlar, öldürme, işkence, fiziksel saldırı, haksız hapis, siyasi ve dinsel faaliyetlerin meşru olmayan şekillerde sınırlandırılması zulüm biçimlerine örnek olarak verilebilir.Ayrımcılık normal olarak kendiliğinden zulüm oluşturmasa bile özellikle ciddi boyutlara varan ayrımcı uygulamalar doğuracağı kümülatif etki nedeniyle zulüm oluşturabilecektir.Deprem, sel baskını gibi doğal afetler ya da ağır ekonomik koşullar zulüm olarak değerlendirilmeyecektir.

Zulüm eylemleri doğrudan devlet görevlilerinden kaynaklanabileceği gibi devlet görevlilerinin kontrolü altında hareket eden başkaları tarafından da işlenebilir.1951 Cenevre Sözleşmesinde, zulüm eylemlerinin devletten kaynaklanma zorunluluğu bulunmamakta “devlet dışı aktörlerin” zulüm faili olabileceği zımnen kabul edilmektedir. Devlet kuvvetleri, milis kuvvetleri gibi devlet dışı aktörler zulüm eylemlerine yardımcı oluyor, bunları teşvik ediyor veya tolere ediyor ise bu durum sözleşme kapsamında bir zulüm olarak görülmektedir. Sözleşmedeki zulüm nedenlerinden birine bağlı olarak devlet dışı aktörlerden kaynaklanan zulme karşı devlet koruma sağlayamıyor ya da koruma sağlama konusunda isteksiz ise sözleşme kapsamında bir zulümden söz edilebilmektedir.

Zulüm Korkusunun Irk, Din, Tabiiyet, Belirli bir toplumsal gruba mensubiyet ya da Siyasi düşüncelerden kaynaklanması


Mülteci statüsünün tanınabilmesi için başvuru sahibinin yukarıdaki nedenlerden birinden kaynaklanan haklı nedene dayalı zulüm korkusu taşıması gereklidir. Bu beş zulüm nedeninin değişen ölçülerde ayrımcılık yasağı ile ilişkili olarak geliştiği ancak ayrımcılığın teorik olarak zulmün zorunlu bir unsuru olmadığı vurgulanmaktadır.

Başvuru sahibinin hissettiği zulüm korkusunun bu nedenlerin hangisinden kaynaklandığını bilmesi gerekli değildir.Başvuru sahibinin zulüm korkusunun nedenlerini tespit edip bunun 1951 Cenevre Sözleşmesine uyup uymadığını belirleme görevi başvuruyu incelemekten sorumlu yetkili makamlara aittir. Zulüm nedenleri doğal olarak çoğu zaman birbiri içine geçmiş ve birden çok neden aynı kimsede bir arada bulunabilir.Örneğin dinsel ya da etnik gruba veya her ikisine aidiyet veya siyasi muhalif olma gibi unsurların birleşmesi haklı nedene dayanan zulüm korkusunun değerlendirilmesinde etkili olabilecektir.

Irka dayalı Zulüm

Irk terimi 1951 Cenevre Sözleşmesinde tanımlanmış değildir.1966 tarihli “Her türlü ırk ayrımcılığının ortadan Kaldırılmasına İlişkin Sözleşme” nin 1.maddesindeki yaklaşım benimsenerek ırk teriminin “ ırk,renk soy ve ulusal ya da etnik köken temelindeki köken” temelindeki ayrımları içerecek şekilde anlaşılması gerektiği vurgulanmıştır.Sözeşmede yer alan ırk teriminin etnografik olmaktan ziyade sosyal bir kavram olduğu ve etnik kökene dayalı zulüm korkusu altında olan kişileri de kapsamına aldığı belirtilmektedir.

Irk kavramının sınırlarının belirlenmesinde subjektif kriterin ve bu manada kendi kendini algılamanın (self perception) ya da başkalarının algılamalarının (perception of others) etkili olduğu ve kolektif kimliklerin özellikle etnisitelerin sosyal gerçeklik olmaktan ziyade  hayal edilen sosyal inşalar olduğu vurgulanmaktadır.Sonuç olarak ırk teriminin bütün etnik grupları kapsayacak şekilde en geniş manada anlaşılması gerekmektedir.

Irksal nedenlere dayandırılan ayrımcı muameleler dünya çapında kınanan en belirgin insan hakları ihlallerinden olduğundan, ırk ayrımcılığı zulmün varlığını belirlemede önemli bir unsur olarak görülmektedir.Diğer taraftan belirli bir ırksal gruptan olma tek başına mülteci statüsünün kazanılması için yeterli olmayıp, grubu etkileyen belirli faktörler nedeniyle belirli bir baskı ve zulmün oluşması ile mülteci statüsü kazanılmaktadır.

Dine Dayalı Zulüm

Din tarih bayınca en önemli zulüm nedenlerinden birini oluşturmaktadır.Başta 1948 tarihli “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi” ve 1966 tarihli “Medenî ve Siyasî Haklar Sözleşmesi” olmak üzere pek çok uluslar arası hukuk belgesi ve anayasa, düşünce, vicdan ve din özgürlüğünü güvence altına almaktadır.Bu özgürlük kişinin dinini ya da inancını değiştirmesi ve dinsel düşüncelerini ve inançlarını, özel yaşamında veya toplum içinde açığa vurması, öğretmesi ve uygulaması özgürlüğünü de içermektedir.

Dinsel nedenlere dayanan zulüm çeşitli biçimlerde meydana gelebilir.Örneğin belirli bir dinsel topluluğa ait olmanın tek başına ya da toplu olarak ibadetin, dini öğrenme ya da öğretmenin engellenmesi veya dinsel yükümlülükleri yerine getirmekten, belirli bir dinsel topluluğa ait olmaktan dolayı ayrımcı önlemler uygulanması.Belirli bir dinsel topluluğa ya da inanca mensup olma prensip olarak tek başına mülteci statüsü talebi için yeterli olmaz, bu durum ile zulüm olarak nitelenen uygulamalar arasında bir illiyet bağı kurulması gerekir.Diğer taraftan, düşünce, vicdan ve din özgürlüğünün kapsamında nelerin yer aldığı tartışılan bir konu olmaya devam etmektedir.

Milliyete Dayalı Zulüm

Tabiiyet terimi sadece bir devlete aidiyeti gösteren hukuksal bir bağ olarak anlaşılmamak gerekir.Hukuksal bağlamda bir devletin vatandaşı olan kişilere sırf bunların vatandaşı olmaları nedeniyle zulüm yapıyor olması herkes açısından içinden çıkılmaz bir yoruma neden olmaktaydı.Bu nedenle tabiiyet terimi geniş yorumlanmakta, belirli bir etnik gruba ya da dil grubuna ait olma anlamında ve bazen ırk terimiyle eş anlamlı olarak kullanılmaktadır.

Tabiiyet nedeniyle uygulanan zulüm  etnik köken ya da konuşulan dil temelinde belirli bir ulusal azınlığa yöneltilen olumsuz muamele ve uygulamalardan oluşabilir ve belirli durumlarda böyle bir azınlık grubundan olma tek başına zulüm korkusu için haklı bir neden olarak görülebilir.Milliyete dayalı zulümden çoğu kez azınlık grupları etkilenirse de çoğunluk grubundan olanların egemen olan azınlık zulmünden korktuğu durumlarda olabilmektedir.

Toplumsal Grup Mensubiyetine Dayalı Zulüm
Sözleşmede belirli bir toplumsal grup teriminin bir tanımı yapılmamış ve kimlerin bu tanım içinde olduğunun bir listesi verilmemiştir.Kadınların ailelerin, aşiretlerin, meslek gruplarının ve homoseksüellerin mülteci tanımı bağlamında toplumsal grup oluşturduğunun kabulü ile birlikte, bu neden dayalı zulüm kriteri mülteci statüsü belirlemede artan şekilde kullanılmaya başlanmıştır.Kavramın toplumların anlayışına göre zaman ve ülkeden ülkeye değişiklik ve çeşitlilik gösteren bir yapıya sahip olduğu söylenebilir.belirli bir toplumsal gruba ait olma nedeniyle zulme uğrama ile ırk, din ya da tabiiyet nedeniyle zulme uğrama iddiaları çoğu kez iç içe geçmiş olabilir.

Belirli bir toplumsal grup teriminden genel olarak benzer geçmişe, alışkanlıklara ya da sosyal statüye sahip kişiler anlaşılmaktadır.BMMYK’nın benimsediği tanıma göre “belli bir toplumsal grup zulme maruz kalma riski altında olmak dışında belli ortak özellikleri olan veya toplum tarafından bir grup olarak algılanan kişilerden oluşan bir gruptur.Bu özellik genelde doğuştan, değişmesi mümkün olmayan veya kişinin kimliği, vicdanı veya insan haklarının uygulanması için gerekli olan özelliklerdir.

Toplumsal grubun üyelerinin siyasi bakış açıları, siyasi geçmişleri, iktisadi  faaliyetleri, toplumsal grubun bizatihi varlığı devlet hükümet politikalarına engel görülebileceğinden belirli bir toplumsal gruba mensup olma bir zulüm nedeni oluşturabilir.Belirli bir toplumsal gruba üyelik prensip olarak tek başına mülteci statüsü tanınması için yeterli olarak görülmemektedir.

Belirli bir grup insanın Sözleşme bağlamında bir sosyal grup olarak nitelenebilmesi, etnik kültür ve dil kökeni, eğitim, aile, ekonomik faaliyet, ortak değer dış görünüş ve idealler gibi grubu birbirine bağlayan ve birleştiren faktörlere bağlıdır.Bu bağlamda algılanan toplumsal gruba diğer sosyal grupların davranışları ve özellikle devlet yetkililerinin yapmış olduğu muameleler belirleyici olmaktadır.Bir taraftan toplumsal grup üyelerinin tercihine bağlı özellikler ile değiştiremeyeceği nitelikler toplumsal grup kimliğinin oluşumunu etkilemektedir.Toplumsal grup kavramının zulme maruz kalabilecek farklı sınıf yapılarını içine alacak şekilde genişlemeye müsait açık uçlu bir yapı sergilediği söylenebilir.

Belirli bir toplumsal gruba aidiyetin hangi amaçla sözleşmeye bir zulüm nedeni olarak konduğu tartışmalı olmakla birlikte, böyle bir zulüm nedeninin dinamik bir şekilde sosyal grup temelinde ortaya çıkabilecek yeni zulüm biçimlerini kapsayacak şekilde yorumlanması ve uygulanmasına bir engel olmadığı ifade edilmektedir.Bu bağlamda, kadınlar, homoseksüeller ve HIV/AIDS virüsü taşıyanlar belirli bir toplumsal gruba mensubiyet temelinde zulüm riski altında gruplar olarak görülmüşlerdir.

Belirli bir toplumsal gruba mensubiyeti ortaya koyan özellikler üç ayrı kategoride incelenebilir;
1-Cins, renk gibi doğuştan gelen ve değiştirilmesi imkansız olan özellikler,
2-Kişinin kendi iradesi ile geçmişinde almış olduğu ama istese de kendi iradesiyle terk edemeyeceği özellikler,
3-İradi olarak belirlenmekle birlikte insan onuru ile ilgili olan özellikler(insan hakları aktivistleri)
Toplumsal grup kavramından ne anlaşılması gerektiğine ilişkin standart bir tanım vermenin zorluğu karşısında, bir insan grubuna toplumsal grup karakterini kazandıran değişkenleri ya da tanımlayıcıları kategorize etmenin daha mantıklı bir yaklaşım olduğu vurgulanmıştır.Buna göre; bir insan birlikteliğine mülteci tanımı bağlamında  belirli bir toplumsal grup özelliğini kazandıran alternatif unsurlar :
1-Belirli değer yargıları etrafında iradi birliktelik,
2-Aile, ortak geçmiş ya da doğal ve değişmez nitelikler gibi gayri iradi bağlantılar ve
3-Başkalarının algılamalarıdır.
Cinsiyet temelinde ayrımcılığın yasak olması temel bir uluslar arası hukuk prensibi olmasına rağmen, cinsiyet Cenevre Sözleşmesi’nin 1A(2) maddesinde haklı zulüm korkusunu doğurabilecek nedenler arasında sayılmamıştır.Aile içi şiddet, toplumsal şiddet ve cinsel şiddete karşı kadınların korunması gerekliliğinin kabulüne rağmen cinsiyetin zulüm nedenlerinden bir olmasına yönelik öneriler kabul görmemiştir.Bununla birlikte 39 sayılı İcra Komitesi Sonuç kararı devletlerin toplumsal grup terimini toplumda geçerli sosyal normları ihlal eden kadınlara yönelik kötü ve gayrı insani muameleleri içerecek şekilde yorumlayabileceklerini teyit etmektedir.

Toplumsal cinsiyete dayalı zulüm kavramı ise cinsiyetin belirli bir toplumsal gruba mensubiyet açısından belirleyici olduğunu ve genelde erkeklere nazaran farklı muamele gören kadınların doğuştan değiştirilmesi mümkün olmayan özellikleri ile toplumsal bir alt grup oluşturduğunu kabul etmektedir. Cinsiyete dayalı zulüm kavramının anlaşılabilmesi açısından toplumsal cinsiyet ile cinsiyet kavramları arasındaki farklılığın ortaya konmasında yarar bulunmaktadır.Buna göre “toplumsal cinsiyet, kadın ve erkek arasında sosyal ve kültürel olarak yapılandırılmış, tanımlanmış olan ve cinsiyetlerden birine yüklenen kimliklere, statülere, rol ve sorumluluklara dayanan ilişkiyi tanımlamaktadır cinsiyet ise biyolojik olarak belirlenir.Toplumsal cinsiyet sabit ya da doğuştan değildir, sosyal ve kültürel anlamı zaman içinde yapılanır.

Cinsiyete dayalı başvurular erkek ya da kadınlar tarafından yapılabilir olmakla birlikte, uygulamada büyük ölçüde kadınlar tarafından kullanılmakta ve genelde cinsel şiddet aile içi şiddet, aile planlaması konusunda zorlama, kadın sünneti, sosyal değerlerin ihlali nedeniyle cezalandırma ve homoseksüellere yönelik ayrımcılık gibi muamelelerden kaynaklanmaktadır.Cinsiyete dayalı başvurularda haklı zulüm korkusu, tecavüz kadın sünneti, aile içi şiddet insan ticareti gibi cinsel şiddet türlerinin zulüm aracı olarak kullanılmasından kaynaklanabildiği gibi homoseksüellik, transeksüellik, travestilik gibi farklı cinsel tercihler nedeniyle karşılaşılan ayrımcılık yüzünden de doğabilmektedir.

Cinsiyete dayalı bir zulüm çeşidi olarak zorla fuhuş yaptırmaya ya da cinsel istismara yönelik insan ticareti eylemleri bazı münferit dosyalarda kadın ve reşit olmayan çocukların mülteci statüsü elde edebilecekleri başvurulara neden olmaktadır. Kadınların ya da çocukların kandırılarak ya da zorla alıkonarak fuhuş ya da cinsel istismar amaçlı kullanılması toplumsal cinsiyete dayalı bir şiddet türü olarak kabul edilmektedir.İnsan ticareti mağdurları maruz kaldıkları zalimane, insanlık dışı ya da küçük düşürücü muamelelerin yanı sıra kaçışları ya da ülkelerine dönüşleri sonrasında insan tacirlerinin misillemeleri ile toplum ve ailelerinin tepkileri ile karşılaşabilmekte ve ayrıca yeniden insan ticaretine konu olabilmektedirler.Devletin bu tür zararlara ya da zarar verici tepkilere karşı koruma sağlayamaması veya koruma sağlamayı istememesi durumunda, zorla fuhuş veya cinsel istismar amacıyla insan ticaretine maruz kalma tehlikesi ilgilinin iltica iddiasında bulunması için dayanak oluşturmaktadır.

Cenevre Sözleşmesindeki mülteci tanımının insan ticareti mağdurları ya da insan ticareti mağduru olma riski taşıyan kişilere uygulanması doğal olarak belirli koşulların gerçekleşmesi halinde söz konusu olmaktadır. İnsan ticareti mağdurlarının ya da potansiyel mağdurların mülteci statüsüne alınabilmesi için mülteci tanımında yer alan bütün unsurların bulunması gerekmektedir.Mülteci sıfatının verilebilmesi için kişinin haklı nedenlere dayalı zulüm korkusunun sözleşmede yer alan ırk, din, tabiiyet, belli bir toplumsal gruba mensubiyet veya siyasi düşünce nedenlerinden herhangi biri yüzünden gerçekleşmiş olması gerekmektedir.insan ticareti unsurunun bulunduğu başvurularda en zor konu haklı nedenlere dayanan zulüm korkusunun sözleşmede yer alan nedenlerden birine dayandığının ortaya konmasıdır.

İnsan ticareti mağdurlarının haklı zulüm korkusunun ortaya konabilmesi için gerekli nedensellik bağlantısı çeşitli biçimlerde ortaya çıkabilir. İlk olarak, zulüm failinin sözleşmede yer alan nedenlerden birine dayalı olarak hareket etmiş olması nedensellik bağının doğması için yeterlidir.İkinci olarak, sözleşme nedenlerinden birinden dolayı devlet dışı aktörlerden biri tarafından zulme uğratılma riski bulunduğu durumlarda, nedensellik bağı bulunmaktadır.Üçüncü olarak, devlet dışı bir aktörün zulüm uygulama riskinin sözleşme nedenleri ile ilişkili olmadığı ancak ilgili devletin sözleşme nedenlerinden birinden dolayı koruma sağlamadığı ya da koruma sağlamakta yetersiz kaldığı durumlarda da nedensellik bağı kurulmuş sayılır.Nihayet başvuru sahibi sözleşmede yer alan nedenlerden biri esasından hareketler insan ticareti mağduru olmasa da, insan tacirlerinin mağdur seçimi sözleşmede yer alan bir ya da daha fazla nedenle ilişkili olabilir.

Siyasi Düşünceye Dayalı Zulüm

Düşünce ve ifade özgürlüğü başta “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi m.19 ve 1966 tarihli “Medeni ve siyasi Haklar Sözleşmesi m.19 olmak üzere temel uluslar arası hukuk belgelerinde güvence altına alınmış bir hak ve özgürlüktür. Siyasi düşünce, devlet ve hükümet mekanizması ile kamu politikaları hakkında görüş ve düşünce sahibi olmayı ve bunları açığa vurmayı içerir.Siyasi düşünceler açıklanmış ya da açıklanmamış olabilir ve iltica başvurusunda bulunan kişiye doğru ya da yanlış bir şekilde atfedilmiş olabilir.

Başvuru sahibinin hükümetle farklı siyasi düşüncelere sahip olması tek başına mülteci statüsü verilmesi için yeterli sayılmaz, başvuru sahibinin bu tür düşünceleri yüzünden zulme uğrama tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu göstermesi gerekir.Başvuru sahibinin hükümet politikalarını ve yöntemlerini eleştiren ve yetkili makamlarca hoş görülmeyen düşüncelerinin olması ve bu düşüncelerinden yetkili makamların bilgi sahibi olması ya da bu tür düşüncelerin yetkili makamlarca ilgiliye ithaf edilmiş olması gerekir.

Çoğu zaman açıklanan siyasi düşüncelerle başvuru sahibinin maruz kaldığı ya da maruz kalmaktan korktuğu yaptırımlar arasında illiyet bağı kurmak zor olacak, daha çok


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

TIBBİ ETİK