BİRLEŞMİŞ MİLLETLER BÜNYESİNDE
YAPILAN MÜLTECİ TANIMLARI
Birleşmiş Milletler çatısı
altında yürütülen yasal çalışmalar arasında ilk olarak 1948 tarihli insan
hakları Evrensel Bildirgesinde sığınma hakkı kavramına yer verildiğini
görüyoruz.Bildirgenin 14(1) maddesine göre “Herkes zulüm karşısında başka
ülkelerde sığınma talebinde bulunma ve sığınma olanağından yararlanma hakkına
sahiptir” Bildirgenin kendisi mülteci ya da sığınmacı tanımına yer vermemekle
birlikte, soyut olarak da olsa sığınma hakkı kavramına işaret etmektedir.
Bu dönemde, BMMYK’nin Birleşmiş
Milletlerin mültecilerden sorumlu temel kurumu olarak uluslar arası Mülteci
Örgütünün yerini aldığı gözlenmektedir.BMMYK Birleşmiş Milletler Genel Kurulu
kararıyla mülteciler için uluslar arası koruma sağlamak ve mültecilerin
sorunlarına kalıcı çözümler aramak amacıyla kurulmuştur.Statüsü gereği BMMYK
siyasi olmayan, insani ve sosyal nitelikte bir uluslar arası örgüt olarak
mülteci grupları ve kategorileri ile ilgilenmek üzere kurulmuştur.
Çeşitli mülteci kategorilerini
BMMYK’nin yetki alanına dahil etmek suretiyle mülteci tanımına ilişkin
düzenlemelere statüde yer verilmiştir.Bu bağlamda, BMMYK Statüsü daha önceki
yıllarda Uluslar arası Mülteci Örgütü tarafından mülteci kabul edilen kişileri
yetki ve sorumluluk kapsamına dahil etmiştir.ikinci olarak 1 Ocak 1951
tarihinden önce meydana gelen olaylar nedeniyle menşei ülkesi dışında bulunan
ve haklı nedenlere dayalı zulüm korkusu yüzünden ya da kişisel kolaylık dışında
kalan nedenlerden dolayı ülkesinin korunmasından yararlanmayan veya yararlanmak
istemeyen kişiler BMM YK nin yetki alanına giren mülteciler olarak
tanımlanmaktadır.
Üçüncü olarak BMMYK statüsü “ırkı
dini tabiiyeti veya siyasi düşüncesi yüzünden haklı zulüm korkusu altında
olması nedeniyle tabiiyetinde bulunduğu ya da herhangi bir tabiiyeti yoksa
önceden mutaden ikamet ettiği ülke dışında bulunan ve bu korku nedeniyle
tabiiyetinde bulunduğu devletin ya da herhangi bir tabiiyeti yoksa önceden
mutaden ikamet ettiği ülke devletinin korunmasından yararlanmak istemeyen diğer
kişileri” de mülteci olarak yetki ve sorumluluk kapsamına almaktadır.Bu
tanımlama biçimi herhangi bir zaman ya da coğrafi sınırlamaya yer vermemesi
nedeniyle evrensel bir karakter taşımakta ve bu yönüyle Birleşmiş Milletlerden koruma
ve yardım görecek kişilerin belirlenmesi konusunda keskin bir ayrılma noktası
oluşturmaktadır.Zira geleneksel olarak bir yabancının mülteci korumasından
yararlanmasını sağlayan belirleyici unsur bunların tabiiyetinde bulundukları
devletin korumasından yararlanmamalarıydı.
Birleşmiş milletler bünyesinde
özellikle Genel Kurul ve ECOSOC kararları ile zaman içerisinde statüde
benimsenen mülteci tanımının ve BMMYK’ya verilen yetkilerin genişletildiği
gözlenmektedir.BMMYK statüsünde bir yandan BMMYK nin ilke olarak mülteci grup
ve kategorileri ile ilgilenileceği belirtilerek mülteci korumasında grup
yaklaşımı benimsenirken, diğer taraftan da bireysel mülteci tanımına yer
verilerek olay bazında bireysel statü belirlemeye olanak
sağlanmaktadır.Birbiriyle tezat oluşturan bu yaklaşım farklılıkları BMMYK
uygulamasında esnek bir yaklaşım benimsenmesine ve uluslar arası toplumun ilgi
alanına giren mülteciler kavramının gelişimine neden olmuştur.
Bu çerçevede, Birleşmiş Milletler
Genel kurulu tarafından 1957 yılında BMMYK’ya durumları uluslar arası toplumun
ilgi alanına girmesine rağmen mülteci tanımının koşullarını karşılamayan
mültecilere yardımda bulunma yetkisi verilmiştir.Dostça girişim “good offices”
hizmeti olarak kavramsallaştırılan bu uygulama, takip eden yıllarda dünyanın
çeşitli bölgelerinde yaşanan mülteci sorunlarında Yüksek Komiserliğin koruma
sağlamasına olanak sağlamıştır.BM Genel kurulu kararlarında dostça girişim
çerçevesinde korunan mülteciler kavramı yerini zaman içerisinde BMMYK nın ilgi
alanına giren mülteciler kavramına terk etmiştir.
1960’lı yıllarda Afrika’da
yaşanan mülteci sorununun ulaştığı boyutlar gerekli mekanizmaların yokluğu
nedeniyle, mülteci statüsünün bireysel olarak değerlendirilmesini imkansız hale
getirmiştir.Bu nedenle, grup temelli statü belirleme özellikle büyük çaplı
kitlesel sığınma olaylarında bireysel statü belirlemenin tanım ve ispat
zorluklarından kaynaklanan adaletsizleri önleyici nitelikte görülmeye
başlanmıştır.
1970’li yıllardan itibaren hem BM
Genel kurulu kararlarında hem ekonomik ve Sosyal Konsey kararlarında yerinden
edilmiş kişiler ya da ülke içinde yerinden edilmiş kişiler kavramı mülteci
kavramı ile birlikte kullanılmaya başlanmıştır.Ülke içinde yerinden edilmiş
kişiler; silahlı çatışma, iç kargaşa, insan haklarının sistematik ihlali ya da
doğal veya insan kaynaklı afetler sonucunda evini ve yaşadığı yeri terk etmek
zorunda kalıp kendi ülkesi sınırları içinde bulunan kişiler olarak
tanımlanabilir.İki kavram arasındaki fark; mültecilerin
uluslar arası tanınmış bir sınırı geçmiş olmaları, yerinden edilmiş kişilerin
ise uluslar arası tanınmış bir sınırı geçmemiş olmalarıdır.
Ülke
içinde yerinden edilmiş kişilere gerekli koruma ve yardım sağlama yetkisi
uluslar arası hukukun genel ilkeleri çerçevesinde ulusal egemenlik ve
devletlerin içişlerine müdahale etmeme prensipleri çerçevesinde ilgili ulusal
devlete ait olan bir yetkidir.BMGK kararları çerçevesinde,BMMYK’nin ülke içinde
yerinden edilmiş kişilerle ilgili sorumluluğunun doğabilmesi için iki temel
koşulun yerine getirilmiş olması gerekmektedir.
1-BM Genel Sekreti ya da yetkili
diğer BM organı tarafından yapılan özel istek,
2-İlgili devletin rızası,
Bunun dışında, ne BMMYK’nin ne de
diğer bir BM organının kendi ülkelerinin sınırları içinde kalan kişileri koruma
konusunda herhangi bir yasal yetkisi bulunmamaktadır.
BMMYK’nin ilgi alanına giren
kişileri belirlemede özellikle kitlesel sığınma olaylarında haklı zulüm görme
korkusunun ispatı yerine koruma noksanlığının bir kriter olarak kullanılması
gerektiği önerilmektedir.Mülteci tanımının yasal unsurları arasında yer alan
menşei ülke devletinin koruma sağlamaması;
kişi yaşamına, özgürlüğüne ve
güvenliğine yönelik ülke içi faktörlerden kaynaklanabilir.Böylece, BMMYK’nin
ilgi alanına giren kişiler
a-Belirli somut nedenlerden
dolayı haklı nedenlere dayalı zulüm korkusu yüzünden ülkesi dışında olanlar ve
b-uluslar arası sınırları aşmış
olarak menşei ülke devletinin korumasından yoksun olanları içermektedir.BMMYK,
mülteci ve sığınmacılar ile ülkesinde yerinden edilmiş kişilerin yanı sıra
vatansızlar ve ülkelerine geri dönüş yapacak kişilerle ilgili de sorumluluk
üstlenmektedir.
1951 Cenevre Sözleşmesi ve 1967
Protokolünde Mülteci tanımı
İlk olarak vurgulanmalıdır ki,
1951 tarihli Cenevre Sözleşmesine taraf devletler, önceki uluslar arası
belgelere göre mülteci kabul edilen kişileri mülteci tanımına dahil
etmektedirler.İkinci olarak BMMYK Tüzüğü çerçevesinde mülteci kabul edilen
kişiler genel olarak Cenevre Sözleşmesindeki mülteci tanımı içinde yer
almaktadırlar.1951 Cenevre Sözleşmesi, BMMYK Statüsünde belirtilen dört zulüm
nedenine ek olarak “belirli bir sosyal gruba mensubiyet” unsurunu beşinci bir
zulüm nedeni olarak mülteci tanımına taşımaktadır.
1951 Cenevre Sözleşmesi ve 1967
protokolü mülteciyi “ırkı, dini, tabiiyeti, belirli bir sosyal gruba
mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulme uğrayacağından haklı
sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin
korumasından yararlanamayan ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak
istemeyen yahut tabiiyeti yoksa ve bu tür olaylar sonucu önceden mutaden ikamet
ettiği ülke dışında bulunan oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle
dönmek istemeyen şahıs” olarak tanımlamaktadır.m.1A(2)
1951 Cenevre Sözleşmesinin
benimsediği orijinal tanımda sadece “1 Ocak 1951’den önce meydana gelen olaylar nedeniyle” yukardaki mülteci
tanımının kapsamına giren kişileri mülteci olarak nitelendirebileceği
belirtilmekteydi.Ayrıca, ihtiyari olarak mülteci tanımına coğrafi bir sınırlama
getirilebilmekte ve 1 Ocak 1951’den önce Avrupa’da meydana gelen olaylar
nedeniyle mülteci olabilme koşullarını yerine getiren kişilere mülteci statüsü
verilebilmesi konusunda sözleşmeci devletlere seçimlik bir yetki sunulmaktaydı.
1951 Cenevre sözleşmesi ile 1967
Protokolünün benimsediği tanımdan hareketle, Sözleşme mültecileri olarak
nitelendirilebilecek kişilerin bu statü kapsamında değerlendirilebilmesi için
dört temel özelliğe sahip olmaları gerekmektedir.
1-Menşei ülke dışında bulunma,
2-Bu Ülkenin korumasından
yararlanamama veya yararlanmak istememe ya da bu ülkeye dönememe veya dönmek
istememe
3-Bu yapamama ya da yapmak
istememe haklı bir zulüm korkusuna dayanmalı,
4-Zulüm korkusu, ırk, din,
tabiiyet, belirli bir sosyal gruba mensubiyet veya siyasi düşünce nedeniyle
olmalı
Cenevre sözleşmesindeki tanım
gereği menşei ülkelerini terk ettiklerinde mülteci olmadıkları halde daha sonra
ülkelerinde gelişen olaylar nedeniyle bulundukları ülkelerde mülteci haline
gelmiş kişiler olabilmektedir.Bu durumdaki mültecilerin zulüm korkusunun
dayanağı menşei ülkelerindeki askeri siyasi ,ırki, dini gelişmelere bağlı
olarak kendi şahsi durumları olabileceği gibi sığınma ülkesinde yapmış
oldukları çeşitli faaliyetler de olabilir.Bu nedenlere dayalı haklı zulüm
korkusu yüzünden ülkelerine dönemeyen kişilerin bulundukları ülkede mülteci
statüsü almalarına yerinde (sur place) mültecilik ve bu durumda olan kişilere
yerinde mülteci (sur place refugee) adı verilmektedir.
1951 Cenevre Sözleşmesi ve 1967
Protokolündeki mülteci (refugee) terimine yer verilirken 1948 tarihli “ İnsan
Hakları Evrensel Bildirgesi” m.14 ile BM Genel kurulunun kabul ettiği 1967
tarihli “Ülkesel Sığınma Bildirisi”nde ‘asylum’ terimleri
kullanılmaktadır.Literatürde bu terimlerin zaman zaman birbiri yerine kullanıldığı,
bazen de bunlar arasında ayrım yapıldığı görülmektedir.
Bir yaklaşıma göre, iltica etme
hakkı ile mülteci olmak hukuki bir statünün
kazanılmasını, sığınma hakkı ile sığınmacı olmak hukuki bir statünün
kazanılmasından çok, fiili ve kısa süreli bir barınma durumunu ifade
etmektedir.Mülteci, mültecilik statüsü hukuken (de jure mülteci) kabul edilmiş
bir yabancıyı ifade ederken; sığınmacı mültecilik statüsü incelenen ve bu
sebeple kendisine geçici koruma sağlanan(defacto mülteci) kişiye karşılık gelmektedir.Diğer
bir yaklaşıma göre ise sığınmacı gerek bireysel olarak gerek grup temelinde
uluslar arası koruma talep eden bir bireydir.Sığınmacı henüz koruma talebi
ilgili ülke makamlarınca nihai olarak karara bağlanmamış olan bir kişidir.Bu
nedenle, her bir sığınmacı nihai olarak mülteci kabul edilmeyebilir, ancak her
bir mülteci başlangıçta sığınmacıdır.
Bölgesel Düzenlemelerde Mülteci
Kavramı
1951 Cenevre Sözleşmesi ve 1967
protokolü mültecileri koruma sağlayan başlıca uluslar arası belgeler olmaları nedeniyle,
bu belgelerde benimsenmiş olan mülteci tanımı mültecilere koruma sağlayan pek
çok düzenleme açısından esin kaynağı olmuştur.Hatta bu bölgesel düzenlemelerde
1951 Cenevre Sözleşmesi ve 1967 Protokolünde benimsenen mülteci tanımından daha
kapsamlı mülteci tanımlarına yer verildiği görülmektedir.
Afrika Birliği Örgütü Mülteci
Tanımı
1969 tarihli Afrika Birliği
Örgütü mülteci sözleşmesi öncelikli
olarak 1951 Cenevre sözleşmesinde yapılan mülteci tanımını benimsediğini
belirtmektedir.ABÖ Mülteci Sözleşmesi ayrıca Cenevre Sözleşmesindeki tanımın
kapsamını daha da genişleten bir mülteci tanımına yer vermektedir.ABÖ Mülteci
Sözleşmesine göre “mülteci terimi menşei ülke ya da tabiiyetinde olduğu ülke
dışındaki bir yerde koruma sağlamak üzere mutat olarak ikamet ettiği yeri, dış
saldırı, işgal yabancı hakimiyeti ya da menşei ülkenin veya tabiiyetinde
bulunduğu ülkenin bir kısmında ya da tamamında kamu düzenini ciddi şekilde
sarsan olaylar yüzünden terk etmek zorunda kalan kişiler için geçerli olacaktır
m.1(2)
Bu mülteci tanımı Afrika’daki
bağımsızlık savaşlarında yaşanan deneyimlerin sonucu olarak ortaya çıkmıştır.Bu
tanık özellikle iç savaşın nüfusun tamamı üzerinde doğurduğu etkiler nedeniyle
ülkesinden kaçmak zorunda kalan kişileri mülteci tanımı ile Cenevre
Sözleşmesindeki tanım arasındaki önemli bir farklılık Cenevre Sözleşmesi
açısından menşei ülke ya da tabiiyet ülkesi dışında bulunma mülteci olabilmek
için yeterli iken ABÖ Mülteci sözleşmesinde söz konusu nedenler yüzünden
ülkeden kaçışın gerçekleşmiş olması gerekecektir.
Cartagena Deklerasyonu Mülteci
tanımı
Orta Amerika devletlerince
mülteci sorununa yönelik olarak Kolombiya’nın Cartagena şehrinde 1984 tarihinde
imzalanan Cartagena Deklerasyonu 1951 cenevre Sözleşmesindeki tanımı aynen
benimsemekle birlikte bu tanım dışında kalan kişileri de mülteci kapsamına
dahil etmektedir.Buna göre Cartagena Deklerasyonu “yaşamları,güvenlikleri ya da
özgürlükleri genel şiddet, yabancı baskısı, iç çatışma insan haklarının ağır
ihlali ya da kamu düzenini ciddi şekilde sarsan diğer durumlar yüzünden tehdit
altında olması nedeniyle ülkelerinden kaçan kişileri mülteci kapsamına
almaktadır.”(3.parağraf)
Benimsenen mülteci tanımının ABÖ
mülteci sözleşmesindeki mülteci tanımından etkilendiği açık bir şekilde
görülmekte ve bu tanım bölge ülkelerinde yaşanan iç savaşlar yüzünden meydana
gelen nüfus hareketlerini yansıtmaktadır.Cartagena deklerasyonu bir antlaşma
olmaması nedeniyle hukuken bağlayıcı bir belge olarak değerlendirilmese bile
benimsemiş olduğu mülteci tanımı ve prensipleri pek çok Orta ve Latin Amerika
devletinin iç hukuklarına aktarılmış ve ülkesel uygulamaları etkilemiştir.
Avrupa Birliği Hukukunda Mülteci
Tanımı
Amsterdam antlaşmasının 1999
yılında yürürlüğe girmesiyle birlikte Avrupa topluluğunu kuran Antlaşmanın
63.maddesi yerinden edilen kişiler ile uluslar arası korumaya ihtiyacı olan
diğer kişiler için alınması olası tedbirler açısından AB minimum
standartlarının belirlenmesi konusundaki yasal çerçeveyi oluşturmaktadır.Bu
yasal çerçeveye dayanılarak yapılan bazı ikincil düzenlemelerde 1951 Cenevre
Sözleşmesinde benimsenen mülteci tanımına ilave bazı tanımlara yer verildiği
görülmektedir.
2001 tarihli Geçici Koruma
Yönergesi kitlesel sığınma olaylarında sağlanması gereken minimum standartların
neler olduğunu ortaya koyan bir belgedir.Yönergede öngörülen önlemler tamamıyla
istisnai bir usul olup hiçbir şekilde Cenevre sözleşmesinin bireylere sağladığı
mülteci statüsüne zarar vermeyecektir.Yönergedeki olanak ve kolaylıklardan
yararlanabilmesi için bir kişinin Yönerge kapsamında tanımlanan yerinden
edilmiş bir kişi olması gerekmektedir. Geçici Koruma yönergesindeki yerinden
edilmiş kişiler şu şekilde tanımlanmaktadır.
“Yerinden edilmiş kişiler, kendi
ülkelerini ya da bulundukları bölgeleri terk etmek zorunda kalmış ya da
özellikle uluslar arası örgütler tarafından yapılan talep üzerine tahliye etmiş
ve o ülkedeki devam eden koşullar nedeniyle güvenli ve kalıcı koşullar altında geri
dönemeyen ve Cenevre Sözleşmesinin 1
A maddesinin ya da uluslar arası koruma sağlayan başka
uluslar arası ya da ulusal belgeler kapsamına girebilen üçüncü ülke
vatandaşları ya da vatansız kişiler, özellikle;
i-Silahlı çatışma ya da yaygın
şiddet bölgelerinden kaçmış kişiler,
ii-insan hakları sistematik ya da
genel olarak ihlal edilmiş ya da böyle bir duruma maruz kalma konusunda ciddi
risk altında olan kişiler anlamına gelir”
2004 tarihli AB “Vasıf Yönergesi”
bir taraftan 1951 Cenevre Sözleşmesi ve 1967 Protokolündeki mülteci tanımını
benimserken, diğer taraftan ikincil korumadan yararlanacak mülteciler için
çeşitli hükümler içermektedir.Yönerge kapsamında ikincil korumadan
yararlanabilmek için bir kişinin Yönergede
belirtilen tanım kapsamına girmesi gerekmektedir.ikincil korumadan
yararlanacak kişiler ise Yönergede şu şekilde tanımlanmaktadır;
“İkincil korumaya ehil kişi
sığınmacı olarak nitelendirilemeyen bir üçüncü ülke vatandaşı ya da vatansız
bir kişi olarak menşei ülkesine ya da vatansız ise önceki daimi ikamet ülkesine
geri gönderildiği takdirde, madde 15’te tanımlanan şekilde ciddi bir zarara
maruz kalma riski olduğuna dair sağlam gerekçeler gösterilen ve Madde 17(1) ve
(2) kapsamına girmeyen ve kendisini o ülkenin korumasına bırakamayan ya da
sözkonusu risk nedeniyle bırakmak istemeyen kişi anlamına gelir”
Yönergenin 15.maddesinde
belirtilen ciddi zarar:
a-Ölüm cezası veya idam;ya da
b-Başvuru sahibinin menşe ülkede
işkence görmesi veya insanlık dışı veya aşağılayıcı muameleye veya cezaya maruz
kalması ya da
c-uluslar arası ve ülke içi
silahlı çatışma durumlarında ayrım gözetmeyen şiddet nedeniyle bir sivilin
hayatına yönelik ciddi ve bireysel tehdidi içermektedir.Vasıf yönergesinde
sağlanan koruma Cenevre Sözleşmesinin sağladığı ölçüde olmasa da en azından
kendisine ikincil koruma statüsü verilenler açısından resmi bir statü sağlaması
yönüyle kolaylık sunmaktadır.
Ulusal Mevzuatta Mülteci ve
Sığınmacı Kavramı
Türk hukukunda mülteci ve
sığınmacı kavramları arasında uluslar arası hukuk literatüründe benimsenen
yaklaşımdan daha farklı bir ayrım yapılmaktadır.
1994 tarihli iltica ve Sığınma
yönetmeliği ile İçişleri Bakanlığının genelge ve talimatlarında terminoloji
sorunu çözülmeye çalışılarak mülteci ve sığınmacı kavramları birbirinden
ayrılmaya sağlanmıştır.
1994 tarihli iltica ve Sığınma
Yönetmeliğinde benimsenen ayrıma göre mülteci; “Avrupa’da meydana gelen olaylar
sebebiyle ırkı, dini, milliyeti belirli bir toplumsal gruba üyeliği veya siyasi
düşünceleri nedeniyle takibata uğrayacağından haklı olarak korktuğu için
vatandaşı olduğu ülke dışında bulunan ve vatandaşı olduğu ülkenin himayesinden
istifade edemeyen veya korkudan dolayı istifade etmek istemeyen ya da uyruğu
yoksa ve önceden ikamet ettiği ülke dışında bulunuyorsa oraya dönmeyen veya
korkusundan dolayı dönmek istemeyen yabancıdır.”
Sığınmacı ise; “ırkı dini, milliyeti
belirli bir toplumsal gruba üyeliği veya siyasi düşünceleri nedeniyle takibata
uğrayacağından haklı olarak korktuğu için vatandaşı olduğu ülke dışında bulunan
ve vatandaşı olduğu ülke himayesinden istifade edemeyen veya korkudan dolayı
istifade etmek istemeyen ya da uyruğu yoksa ve önceden ikamet ettiği ülke
dışında bulunuyorsa oraya dönmeyen veya korkusundan dolayı dönmek istemeyen
yabancıdır.
Yönetmelikteki bu ayrıma göre,
Avrupa dışından gelerek Cenevre Sözleşmesindeki tanıma paralel olarak mülteci
olabilme kriterlerini taşıyan yabancılar ülkeye sığınmacı statüsünde kabul
edileceklerdir.Bu yabancılara sığınmacı statüsü verilmek suretiyle, üçüncü bir
ülke tarafından mülteci olarak kabul edilinceye kadar makul bir süre ülkede
ikamet etmelerine izin verilmektedir.Yönetmelikte benimsenen tanımlar
nedeniyle, Avrupa ülkelerinden gelerek uluslar arası koruma talep eden
yabancılara mülteci, Avrupa dışındaki diğer bölgelerden gelerek uluslar arası
koruma talep eden yabancılara ise sığınmacı denmektedir.
Uluslar arası mülteci hukukunda
kullanılan mülteci-sığınmacı ayrımının Türk mülteci hukukunda uygulanan coğrafi
kısılama nedeniyle değişime uğramak suretiyle farkıl bir nitelik kazandığı
görülmektedir.uluslararası mülteci hukukunun sığınmacının (de facto mülteci)
mültecilik koşullarını taşıdığının tespiti üzerine mülteciye (de jure mülteci)
dönüşmesi yani mülteci statüsünü kazanması mümkün iken, Türk mülteci hukukunda
sığınmacı olarak nitelenen kişilere hukuken mültecilik statüsünün verilmesi
mümkün görünmemektedir.
2006 tarihli uygulama
talimatında, yukarıdaki ayrıma paralel olarak ve uluslar arası hukuk
literatüründeki defacto de jure mülteci farklılığını karşılamak üzere hem
Avrupa ülkelerinden hem Avrupa dışındaki ülkelerden Türkiye’ye gelerek
iltica/sığınma başvurusunda bulunmuş olan yabancılara, “başvuru sahibi”,
“başvuran” ya da “iltica/sığınma başvurusunda bulunan kişi” nitelendirilmeleri
yapılmaktadır.Avrupa ülkelerinden gelerek 1951 Cenevre Sözleşmesinin
1.maddesindeki koşulları karşıladığı için kendisine içişleri Bakanlığınca
mülteci statüsü verilen yabancı uyruklu veya vatansız kişiye mülteci
denmektedir.Avrupa dışından gelerek 1951 Cenevre Sözleşmesi’nin 1.maddesinde
yer alan koşulları yerine getirdiği için kendisine İçişleri Bakanlığınca sığınmacı
statüsü verilen yabancı uyruklu veya vatansız kişiye ise sığınmacı
denilmektedir.
MÜLTECİ STATÜSÜ BELİRLEME
Mülteci statüsü belirleme işlevi
iltica talebinde bulunan bir kişinin geçerli mülteci tanımına uygunluğunun
yetkili makamlarca tespit ve tescilinden ibarettir.Uluslararası koruma talep
eden kişinin durum ve koşulları ile ileri sürmüş olduğu beyanlar sığınma
devleti açısından bağlayıcı mülteci tanımları çerçevesinde incelenir.Mülteci
statüsünün belirlenmesi sığınma devletindeki bağlayıcı yasal düzenlemelerin
somut iltica taleplerine uygulanmasını içeren bir yorumlama işlevidir.Yapılan
bu tespit neticesinde ilgili devletin kapsamlı uluslar arası koruma
yükümlülükleri başlar ve mülteci statüsüne alınan kişiler bu statülerinden
doğan taleplerini ileri sürme hakkını elde eder.
Bir kimse mülteci tanımında belirtilen ölçülere uyduğu andan itibaren
mülteci sayılmakta ve mülteci statüsü yasal olarak tanınmadan önce ilgili kişi
bu statüyü fiilen elde etmiş bulunmaktadır.Dolayısıyla mülteci statüsünün tanınması
kişiye mültecilik sıfatını kazandıran kurucu nitelikte bir işlem olmayıp,
sadece bu statünün varlığını açıklayan bildirici nitelikte bir işlemdir.Diğer
bir deyişle, ilgili kişi mülteci statüsü verildiği için mülteci olmamakta,
aksine mülteci olduğu için kendisine bu statü verilmektedir.mülteci statüsünün
belirlenmesi iki aşamadan oluşmaktadır.ilk aşamada iltica talebi ile bağlantılı
bütün somut olgular saptanmakta ikinci aşamada elde edilen somut olguların
mülteci tanımına uygunluğu ortaya konmaktadır.
Statü belirlemede incelemenin
nasıl yapılacağı her ülkenin iltica ve sığınma usulüne göre farklılıklar arz
edebilir.Yargı yetkisi altında bulunan kişilerden kimlerin mülteci olduğunun
tespiti temelde devletlerin yetkili makamlarınca yürütülen bir işlemdir.Bunun
dışında, BMMYK’nın da mülteci statüsü belirleme yetkisi bulunmaktadır.Bazı
durumlarda gerekli sığınma usullerini oluşturmamış devletler BMMYK’den statüs
belirleme işlevini üstlenmesini isteyebileceği gibi, bazen uluslar arası
mülteci hukuku belgelerine taraf olmayan devletlerde BMMYK kendiliğinden bu
görevi üstlenebilmekte, zaman zaman da statüsünden doğan yetkiler çerçevesinde
BMMYK ilgi alanına giren mültecilerle ilgili statü belirleme yoluna
başvurabilmektedir.
Mülteci statüsünün belirlenmesinde
uygulanacak ölçütlerle ilgili temel alınacak uluslar arası belgeler 1951
tarihli Cenevre sözleşmesi ve 1967 protokolüdür.Mülteci statüsünün
belirlenmesinde uygulanacak ölçütler;
1-Mülteci statüsünün
kazanılmasına ilişkin koşullar(inclusion clauses),
2-Mülteci statüsü dışında
bırakıllmayı gerektiren koşullar(exclusion clauses) ve
3-Mülteci statüsünü sona erdiren
koşullar(cessation clauses)
Olmak üzere üç temel başlık
altında incelenmektedir.
3.1.Mülteci Statüsünün
Kazanılması
Mülteci statüsünün kazanılmasına
ilişkin koşullar esas itibarıyla bu statünün tanınması için ilgilinin şahsında
bulunması gereken ve mülteci statüsünün tanınmasına esas teşkil eden olumlu
koşullardır.ilgili bölümde incelendiği üzere farklı bölgesel mülteci tanımları
olabildiği gibi, mülteci kavramına ek olarak benimsenen geçici koruma, ikincil
koruma gibi farklı mülteci kavramları da bulunmaktadır.Burada mülteci statüsüne alınmaya ilişkin olumlu
koşullar esas itibarıyla 1951 Cenevre Sözleşmesi ve 1967 protokolünde benimsenen
mülteci tanımından hareketle incelenmektedir.
1951 cenevre Sözleşmesinin 1 A (2) maddesi mülteciyi;
“ırkı, dini, tabiiyeti belirli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi
düşünceleri nedeniyle zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için
vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan
ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen yahut tabiiyeti yoksa ve
bu tür olaylar sonucu önceden mutaden ikamet ettiği ülke dışında bulunan, oraya
dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen şahıs” olarak
tanımlamaktadır.Bir kimse sözleşme açısından bu mülteci tanımında belirtilen
koşulları yerine getirdiği andan itibaren mülteci sayılır. Bu incelemenin nasıl
yapılacağı ise her ülkenin ulusal iltica ve sığınma usulüne göre
değişebilecektir.
3.1.1.Zulme uğramaktan Haklı
nedenlerle Korkma
Mülteci statüsünün kazınılmasında
anahtar niteliğine sahip olan bu koşul iki temel unsurdan
oluşmaktadır.Bunlardan birisi bir ruh halini ifade eden ve kişiye özgü bir
durum olan korku unsurudur.ikincisi ise bu korkunun haklı nedenlere dayanması
gerekliliğidir.Haklı nedenlere dayanan korku mülteci statüsünün belirlenmesinde
hem kişiye özgü subjektif durumların hem de başvurunun nesnel koşullarının
birlikte dikkate alınmasını icap ettirir.
İnsanların aynı durumlar
karşısında verecekleri ruhsal tepkiler aynı olmayacağından öznel unsurların
dikkate alınması zorunlu olarak başvuru sahibinin kişiliği ile yakından
ilgilidir.Bazıları açısından siyasi ya da dinsel inançların aşağılanması
bunlara atfedilen önem nedeniyle hayatı çekilmez kılarken, diğer bazıları
açısından bu durum sorun oluşturmayabilir.Öznel unsur olarak başvuru sahibinin
kişisel ve ailevi bilgilerinin belirli ırk, din, tabiiyet sosyal ya da siyasi
gruplara mensubiyetinin kişisel deneyimlerinin, kısacası başvurusuna temel
oluşturan asıl nedenin zulüm korkusu olduğunu ortaya koyan her türlü unsurun
dikkate alınması gerekir.
Nesnel unsur olarak, başvuru
sahibinin menşei ülkesindeki koşulların bilinmesi iddiaların inandırıcılığı
açısından önem taşır.Böylece, başvuru sahibinin duyduğu korkunun haklı
nedenlere dayanıp dayanmadığını ölçecek değerlendirme yapma imkanı
doğar.Genellikle başvuru sahibinin duyduğu korkunun haklı nedenlere dayandığına
inanmak için ilgili kişinin tanımda belirtilen nedenlerden dolayı, menşei
ülkesinde kalması ya da ülkesine dönmesi durumunda hayatının çekilmez hale
gelme olasılığının yüksek olduğunu göstermesi gerekir.Bazen menşei ülkedeki
temel insan hakları ihlalleri o derece yaygın ve ağırdır ki bu durumlarda
ilgili kişinin subjektif durumunun ayrıca dikkate alınmasına gerek olmadan
nesnel unsurlara bağlı olarak haklı nedenlere dayalı korkunun varlığı sonucuna
ulaşılabilir.
Mülteci statüsünün
belirlenmesinde, her başvuru sahibinin durumunun bireysel olarak
değerlendirilmesi esas olmakla birlikte, grupların toplu olarak ülkelerini terk
etmek zorunda kaldıkları durumlarda grup mensubu kişilerin durumlarının grubun
bütünüyle bağlantılı olarak incelenmesi gerekir.Grubun her bir üyesinin
durumunu bireysel olarak incelemek mümkün olmayabilir ve tüm gruba mülteci
statüsü tanımak suretiyle grubun her bir üyesinin aksi ispatlanmadıkça ilk
bakışta mülteci sayılması yoluna gidilebilir. Bu durumlarda mülteci statüsünün
tanınması “grup değerlendirilmesi” denilen bir biçimde gerçekleşir ve grubun
her bir üyesi varışta/prima facie mülteci olarak kabul edilir.
Zulme uğramaktan haklı nedenlerle
korkma unsuru haklı nedenle dayalı korkma duygusunun zulümden kaynaklanmasını
gerektirmektedir.Bu nedenle, zulüm kavramı 1951 Cenevre Sözleşmesindeki mülteci
tanımının çekirdeğini oluşturmaktadır.Zulüm kavramı bilinçli bir şekilde Sözleşmede
tanımlanmamış, böylece zaman içerisinde ortaya çıkabilecek farklı zulüm
biçimlerini içerecek esnekliğe ve yorumlanabilme niteliğine sahip dinamik bir
kavram hedeflenmiştir.
Zulüm kavramını evrensel düzeyde
kapsamlı bir şekilde tanımlama girişimleri sonuçsuz kalmış hangi durum ve
koşulların zulüm oluşturabileceği konusu açık uçlu kalmaya devam
etmektedir.Hangi eylem ve tehditlerin zulüm oluşturup oluşturmayacağı sorunu,
her kişinin yukarda açıklanan öznel durumuna göre değişebileceğinden her bir
somut olayın ayrı değerlendirilmesi gerekmektedir.Ayrıca tek başına
değerlendirildiğinde zulüm boyutuna ulaşmayan işlem ve eylemler birlikte dikkate
alındığında başvuru sahibinin kafasında haklı nedenlere bağlı zulüm korkusuna
temel oluşturabilecek bir boyutta etki oluşturabilecektir.
1951 Cenevre sözleşmesinin
33.maddesinden ırk, din, tabiiyet siyasi düşünceler ya da belirli bir sosyal
gruba mensubiyet nedeniyle yaşam ve özgürlüğün tehdit altında bulunması halinin
her zaman zulüm oluşturacağı sonucu çıkarılabilir.Ciddi insan hakları
ihlalleri, sistematik ya da mükerrer şekilde verilen ciddi zararlar, öldürme,
işkence, fiziksel saldırı, haksız hapis, siyasi ve dinsel faaliyetlerin meşru
olmayan şekillerde sınırlandırılması zulüm biçimlerine örnek olarak
verilebilir.Ayrımcılık normal olarak kendiliğinden zulüm oluşturmasa bile
özellikle ciddi boyutlara varan ayrımcı uygulamalar doğuracağı kümülatif etki
nedeniyle zulüm oluşturabilecektir.Deprem, sel baskını gibi doğal afetler ya da
ağır ekonomik koşullar zulüm olarak değerlendirilmeyecektir.
Zulüm eylemleri doğrudan devlet
görevlilerinden kaynaklanabileceği gibi devlet görevlilerinin kontrolü altında
hareket eden başkaları tarafından da işlenebilir.1951 Cenevre Sözleşmesinde,
zulüm eylemlerinin devletten kaynaklanma zorunluluğu bulunmamakta “devlet dışı
aktörlerin” zulüm faili olabileceği zımnen kabul edilmektedir. Devlet
kuvvetleri, milis kuvvetleri gibi devlet dışı aktörler zulüm eylemlerine
yardımcı oluyor, bunları teşvik ediyor veya tolere ediyor ise bu durum sözleşme
kapsamında bir zulüm olarak görülmektedir. Sözleşmedeki zulüm nedenlerinden
birine bağlı olarak devlet dışı aktörlerden kaynaklanan zulme karşı devlet
koruma sağlayamıyor ya da koruma sağlama konusunda isteksiz ise sözleşme
kapsamında bir zulümden söz edilebilmektedir.
Zulüm Korkusunun Irk, Din, Tabiiyet, Belirli bir toplumsal gruba
mensubiyet ya da Siyasi düşüncelerden kaynaklanması
Mülteci statüsünün tanınabilmesi
için başvuru sahibinin yukarıdaki nedenlerden birinden kaynaklanan haklı nedene
dayalı zulüm korkusu taşıması gereklidir. Bu beş zulüm nedeninin değişen
ölçülerde ayrımcılık yasağı ile ilişkili olarak geliştiği ancak ayrımcılığın
teorik olarak zulmün zorunlu bir unsuru olmadığı vurgulanmaktadır.
Başvuru sahibinin hissettiği
zulüm korkusunun bu nedenlerin hangisinden kaynaklandığını bilmesi gerekli
değildir.Başvuru sahibinin zulüm korkusunun nedenlerini tespit edip bunun 1951
Cenevre Sözleşmesine uyup uymadığını belirleme görevi başvuruyu incelemekten
sorumlu yetkili makamlara aittir. Zulüm nedenleri doğal olarak çoğu zaman
birbiri içine geçmiş ve birden çok neden aynı kimsede bir arada
bulunabilir.Örneğin dinsel ya da etnik gruba veya her ikisine aidiyet veya
siyasi muhalif olma gibi unsurların birleşmesi haklı nedene dayanan zulüm
korkusunun değerlendirilmesinde etkili olabilecektir.
Irka dayalı Zulüm
Irk terimi 1951 Cenevre
Sözleşmesinde tanımlanmış değildir.1966 tarihli “Her türlü ırk ayrımcılığının
ortadan Kaldırılmasına İlişkin Sözleşme” nin 1.maddesindeki yaklaşım
benimsenerek ırk teriminin “ ırk,renk soy ve ulusal ya da etnik köken
temelindeki köken” temelindeki ayrımları içerecek şekilde anlaşılması gerektiği
vurgulanmıştır.Sözeşmede yer alan ırk teriminin etnografik olmaktan ziyade
sosyal bir kavram olduğu ve etnik kökene dayalı zulüm korkusu altında olan
kişileri de kapsamına aldığı belirtilmektedir.
Irk kavramının sınırlarının
belirlenmesinde subjektif kriterin ve bu manada kendi kendini algılamanın (self
perception) ya da başkalarının algılamalarının (perception of others) etkili
olduğu ve kolektif kimliklerin özellikle etnisitelerin sosyal gerçeklik
olmaktan ziyade hayal edilen sosyal
inşalar olduğu vurgulanmaktadır.Sonuç olarak ırk teriminin bütün etnik grupları
kapsayacak şekilde en geniş manada anlaşılması gerekmektedir.
Irksal nedenlere dayandırılan
ayrımcı muameleler dünya çapında kınanan en belirgin insan hakları
ihlallerinden olduğundan, ırk ayrımcılığı zulmün varlığını belirlemede önemli
bir unsur olarak görülmektedir.Diğer taraftan belirli bir ırksal gruptan olma
tek başına mülteci statüsünün kazanılması için yeterli olmayıp, grubu etkileyen
belirli faktörler nedeniyle belirli bir baskı ve zulmün oluşması ile mülteci
statüsü kazanılmaktadır.
Dine Dayalı Zulüm
Din tarih bayınca en önemli zulüm
nedenlerinden birini oluşturmaktadır.Başta 1948 tarihli “İnsan Hakları Evrensel
Bildirgesi” ve 1966 tarihli “Medenî ve Siyasî Haklar Sözleşmesi” olmak üzere
pek çok uluslar arası hukuk belgesi ve anayasa, düşünce, vicdan ve din
özgürlüğünü güvence altına almaktadır.Bu özgürlük kişinin dinini ya da inancını
değiştirmesi ve dinsel düşüncelerini ve inançlarını, özel yaşamında veya toplum
içinde açığa vurması, öğretmesi ve uygulaması özgürlüğünü de içermektedir.
Dinsel nedenlere dayanan zulüm
çeşitli biçimlerde meydana gelebilir.Örneğin belirli bir dinsel topluluğa ait
olmanın tek başına ya da toplu olarak ibadetin, dini öğrenme ya da öğretmenin
engellenmesi veya dinsel yükümlülükleri yerine getirmekten, belirli bir dinsel
topluluğa ait olmaktan dolayı ayrımcı önlemler uygulanması.Belirli bir dinsel
topluluğa ya da inanca mensup olma prensip olarak tek başına mülteci statüsü
talebi için yeterli olmaz, bu durum ile zulüm olarak nitelenen uygulamalar
arasında bir illiyet bağı kurulması gerekir.Diğer taraftan, düşünce, vicdan ve
din özgürlüğünün kapsamında nelerin yer aldığı tartışılan bir konu olmaya devam
etmektedir.
Milliyete Dayalı Zulüm
Tabiiyet terimi sadece bir devlete
aidiyeti gösteren hukuksal bir bağ olarak anlaşılmamak gerekir.Hukuksal
bağlamda bir devletin vatandaşı olan kişilere sırf bunların vatandaşı olmaları
nedeniyle zulüm yapıyor olması herkes açısından içinden çıkılmaz bir yoruma
neden olmaktaydı.Bu nedenle tabiiyet terimi geniş yorumlanmakta, belirli bir
etnik gruba ya da dil grubuna ait olma anlamında ve bazen ırk terimiyle eş
anlamlı olarak kullanılmaktadır.
Tabiiyet nedeniyle uygulanan
zulüm etnik köken ya da konuşulan dil
temelinde belirli bir ulusal azınlığa yöneltilen olumsuz muamele ve
uygulamalardan oluşabilir ve belirli durumlarda böyle bir azınlık grubundan
olma tek başına zulüm korkusu için haklı bir neden olarak görülebilir.Milliyete
dayalı zulümden çoğu kez azınlık grupları etkilenirse de çoğunluk grubundan
olanların egemen olan azınlık zulmünden korktuğu durumlarda olabilmektedir.
Toplumsal Grup Mensubiyetine
Dayalı Zulüm
Sözleşmede belirli bir toplumsal
grup teriminin bir tanımı yapılmamış ve kimlerin bu tanım içinde olduğunun bir
listesi verilmemiştir.Kadınların ailelerin, aşiretlerin, meslek gruplarının ve
homoseksüellerin mülteci tanımı bağlamında toplumsal grup oluşturduğunun kabulü
ile birlikte, bu neden dayalı zulüm kriteri mülteci statüsü belirlemede artan
şekilde kullanılmaya başlanmıştır.Kavramın toplumların anlayışına göre zaman ve
ülkeden ülkeye değişiklik ve çeşitlilik gösteren bir yapıya sahip olduğu
söylenebilir.belirli bir toplumsal gruba ait olma nedeniyle zulme uğrama ile
ırk, din ya da tabiiyet nedeniyle zulme uğrama iddiaları çoğu kez iç içe geçmiş
olabilir.
Belirli bir toplumsal grup
teriminden genel olarak benzer geçmişe, alışkanlıklara ya da sosyal statüye
sahip kişiler anlaşılmaktadır.BMMYK’nın benimsediği tanıma göre “belli bir
toplumsal grup zulme maruz kalma riski altında olmak dışında belli ortak
özellikleri olan veya toplum tarafından bir grup olarak algılanan kişilerden
oluşan bir gruptur.Bu özellik genelde doğuştan, değişmesi mümkün olmayan veya
kişinin kimliği, vicdanı veya insan haklarının uygulanması için gerekli olan
özelliklerdir.
Toplumsal grubun üyelerinin
siyasi bakış açıları, siyasi geçmişleri, iktisadi faaliyetleri, toplumsal grubun bizatihi
varlığı devlet hükümet politikalarına engel görülebileceğinden belirli bir
toplumsal gruba mensup olma bir zulüm nedeni oluşturabilir.Belirli bir
toplumsal gruba üyelik prensip olarak tek başına mülteci statüsü tanınması için
yeterli olarak görülmemektedir.
Belirli bir grup insanın Sözleşme
bağlamında bir sosyal grup olarak nitelenebilmesi, etnik kültür ve dil kökeni,
eğitim, aile, ekonomik faaliyet, ortak değer dış görünüş ve idealler gibi grubu
birbirine bağlayan ve birleştiren faktörlere bağlıdır.Bu bağlamda algılanan
toplumsal gruba diğer sosyal grupların davranışları ve özellikle devlet
yetkililerinin yapmış olduğu muameleler belirleyici olmaktadır.Bir taraftan
toplumsal grup üyelerinin tercihine bağlı özellikler ile değiştiremeyeceği
nitelikler toplumsal grup kimliğinin oluşumunu etkilemektedir.Toplumsal grup
kavramının zulme maruz kalabilecek farklı sınıf yapılarını içine alacak şekilde
genişlemeye müsait açık uçlu bir yapı sergilediği söylenebilir.
Belirli bir toplumsal gruba
aidiyetin hangi amaçla sözleşmeye bir zulüm nedeni olarak konduğu tartışmalı
olmakla birlikte, böyle bir zulüm nedeninin dinamik bir şekilde sosyal grup
temelinde ortaya çıkabilecek yeni zulüm biçimlerini kapsayacak şekilde
yorumlanması ve uygulanmasına bir engel olmadığı ifade edilmektedir.Bu
bağlamda, kadınlar, homoseksüeller ve HIV/AIDS virüsü taşıyanlar belirli bir
toplumsal gruba mensubiyet temelinde zulüm riski altında gruplar olarak
görülmüşlerdir.
Belirli bir toplumsal gruba
mensubiyeti ortaya koyan özellikler üç ayrı kategoride incelenebilir;
1-Cins, renk gibi doğuştan gelen
ve değiştirilmesi imkansız olan özellikler,
2-Kişinin kendi iradesi ile
geçmişinde almış olduğu ama istese de kendi iradesiyle terk edemeyeceği
özellikler,
3-İradi olarak belirlenmekle
birlikte insan onuru ile ilgili olan özellikler(insan hakları aktivistleri)
Toplumsal grup kavramından ne
anlaşılması gerektiğine ilişkin standart bir tanım vermenin zorluğu karşısında,
bir insan grubuna toplumsal grup karakterini kazandıran değişkenleri ya da
tanımlayıcıları kategorize etmenin daha mantıklı bir yaklaşım olduğu
vurgulanmıştır.Buna göre; bir insan birlikteliğine mülteci tanımı bağlamında belirli bir toplumsal grup özelliğini
kazandıran alternatif unsurlar :
1-Belirli değer yargıları
etrafında iradi birliktelik,
2-Aile, ortak geçmiş ya da doğal
ve değişmez nitelikler gibi gayri iradi bağlantılar ve
3-Başkalarının algılamalarıdır.
Cinsiyet temelinde ayrımcılığın
yasak olması temel bir uluslar arası hukuk prensibi olmasına rağmen, cinsiyet
Cenevre Sözleşmesi’nin 1A(2) maddesinde haklı zulüm korkusunu doğurabilecek
nedenler arasında sayılmamıştır.Aile içi şiddet, toplumsal şiddet ve cinsel
şiddete karşı kadınların korunması gerekliliğinin kabulüne rağmen cinsiyetin
zulüm nedenlerinden bir olmasına yönelik öneriler kabul görmemiştir.Bununla
birlikte 39 sayılı İcra Komitesi Sonuç kararı devletlerin toplumsal grup terimini
toplumda geçerli sosyal normları ihlal eden kadınlara yönelik kötü ve gayrı
insani muameleleri içerecek şekilde yorumlayabileceklerini teyit etmektedir.
Toplumsal cinsiyete dayalı zulüm
kavramı ise cinsiyetin belirli bir toplumsal gruba mensubiyet açısından
belirleyici olduğunu ve genelde erkeklere nazaran farklı muamele gören
kadınların doğuştan değiştirilmesi mümkün olmayan özellikleri ile toplumsal bir
alt grup oluşturduğunu kabul etmektedir. Cinsiyete dayalı zulüm kavramının
anlaşılabilmesi açısından toplumsal cinsiyet ile cinsiyet kavramları arasındaki
farklılığın ortaya konmasında yarar bulunmaktadır.Buna göre “toplumsal
cinsiyet, kadın ve erkek arasında sosyal ve kültürel olarak yapılandırılmış,
tanımlanmış olan ve cinsiyetlerden birine yüklenen kimliklere, statülere, rol
ve sorumluluklara dayanan ilişkiyi tanımlamaktadır cinsiyet ise biyolojik
olarak belirlenir.Toplumsal cinsiyet sabit ya da doğuştan değildir, sosyal ve
kültürel anlamı zaman içinde yapılanır.
Cinsiyete dayalı başvurular erkek
ya da kadınlar tarafından yapılabilir olmakla birlikte, uygulamada büyük ölçüde
kadınlar tarafından kullanılmakta ve genelde cinsel şiddet aile içi şiddet,
aile planlaması konusunda zorlama, kadın sünneti, sosyal değerlerin ihlali
nedeniyle cezalandırma ve homoseksüellere yönelik ayrımcılık gibi muamelelerden
kaynaklanmaktadır.Cinsiyete dayalı başvurularda haklı zulüm korkusu, tecavüz
kadın sünneti, aile içi şiddet insan ticareti gibi cinsel şiddet türlerinin
zulüm aracı olarak kullanılmasından kaynaklanabildiği gibi homoseksüellik,
transeksüellik, travestilik gibi farklı cinsel tercihler nedeniyle karşılaşılan
ayrımcılık yüzünden de doğabilmektedir.
Cinsiyete dayalı bir zulüm çeşidi
olarak zorla fuhuş yaptırmaya ya da cinsel istismara yönelik insan ticareti eylemleri
bazı münferit dosyalarda kadın ve reşit olmayan çocukların mülteci statüsü elde
edebilecekleri başvurulara neden olmaktadır. Kadınların ya da çocukların
kandırılarak ya da zorla alıkonarak fuhuş ya da cinsel istismar amaçlı
kullanılması toplumsal cinsiyete dayalı bir şiddet türü olarak kabul
edilmektedir.İnsan ticareti mağdurları maruz kaldıkları zalimane, insanlık dışı
ya da küçük düşürücü muamelelerin yanı sıra kaçışları ya da ülkelerine
dönüşleri sonrasında insan tacirlerinin misillemeleri ile toplum ve ailelerinin
tepkileri ile karşılaşabilmekte ve ayrıca yeniden insan ticaretine konu
olabilmektedirler.Devletin bu tür zararlara ya da zarar verici tepkilere karşı
koruma sağlayamaması veya koruma sağlamayı istememesi durumunda, zorla fuhuş
veya cinsel istismar amacıyla insan ticaretine maruz kalma tehlikesi ilgilinin
iltica iddiasında bulunması için dayanak oluşturmaktadır.
Cenevre Sözleşmesindeki mülteci
tanımının insan ticareti mağdurları ya da insan ticareti mağduru olma riski
taşıyan kişilere uygulanması doğal olarak belirli koşulların gerçekleşmesi
halinde söz konusu olmaktadır. İnsan ticareti mağdurlarının ya da potansiyel
mağdurların mülteci statüsüne alınabilmesi için mülteci tanımında yer alan
bütün unsurların bulunması gerekmektedir.Mülteci sıfatının verilebilmesi için
kişinin haklı nedenlere dayalı zulüm korkusunun sözleşmede yer alan ırk, din,
tabiiyet, belli bir toplumsal gruba mensubiyet veya siyasi düşünce
nedenlerinden herhangi biri yüzünden gerçekleşmiş olması gerekmektedir.insan ticareti
unsurunun bulunduğu başvurularda en zor konu haklı nedenlere dayanan zulüm
korkusunun sözleşmede yer alan nedenlerden birine dayandığının ortaya
konmasıdır.
İnsan ticareti mağdurlarının
haklı zulüm korkusunun ortaya konabilmesi için gerekli nedensellik bağlantısı
çeşitli biçimlerde ortaya çıkabilir. İlk olarak, zulüm failinin sözleşmede yer
alan nedenlerden birine dayalı olarak hareket etmiş olması nedensellik bağının
doğması için yeterlidir.İkinci olarak, sözleşme nedenlerinden birinden dolayı
devlet dışı aktörlerden biri tarafından zulme uğratılma riski bulunduğu
durumlarda, nedensellik bağı bulunmaktadır.Üçüncü olarak, devlet dışı bir
aktörün zulüm uygulama riskinin sözleşme nedenleri ile ilişkili olmadığı ancak
ilgili devletin sözleşme nedenlerinden birinden dolayı koruma sağlamadığı ya da
koruma sağlamakta yetersiz kaldığı durumlarda da nedensellik bağı kurulmuş
sayılır.Nihayet başvuru sahibi sözleşmede yer alan nedenlerden biri esasından
hareketler insan ticareti mağduru olmasa da, insan tacirlerinin mağdur seçimi
sözleşmede yer alan bir ya da daha fazla nedenle ilişkili olabilir.
Siyasi Düşünceye Dayalı Zulüm
Düşünce ve ifade özgürlüğü başta
“İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi m.19 ve 1966 tarihli “Medeni ve siyasi
Haklar Sözleşmesi m.19 olmak üzere temel uluslar arası hukuk belgelerinde
güvence altına alınmış bir hak ve özgürlüktür. Siyasi düşünce, devlet ve
hükümet mekanizması ile kamu politikaları hakkında görüş ve düşünce sahibi
olmayı ve bunları açığa vurmayı içerir.Siyasi düşünceler açıklanmış ya da
açıklanmamış olabilir ve iltica başvurusunda bulunan kişiye doğru ya da yanlış
bir şekilde atfedilmiş olabilir.
Başvuru sahibinin hükümetle
farklı siyasi düşüncelere sahip olması tek başına mülteci statüsü verilmesi
için yeterli sayılmaz, başvuru sahibinin bu tür düşünceleri yüzünden zulme
uğrama tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu göstermesi gerekir.Başvuru
sahibinin hükümet politikalarını ve yöntemlerini eleştiren ve yetkili
makamlarca hoş görülmeyen düşüncelerinin olması ve bu düşüncelerinden yetkili
makamların bilgi sahibi olması ya da bu tür düşüncelerin yetkili makamlarca
ilgiliye ithaf edilmiş olması gerekir.
Çoğu zaman açıklanan siyasi
düşüncelerle başvuru sahibinin maruz kaldığı ya da maruz kalmaktan korktuğu
yaptırımlar arasında illiyet bağı kurmak zor olacak, daha çok
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder