İlm-i ledün veya
ledünnî ilim, Allahü teâlâ ile ilgili bilgi ve sırlara ait ilim, gayb ve mârifet
ilmidir. Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki: "Orada, kendi
indimizden bir rahmet (vahiy ve nübüvvet veya uzun ömür) verdiğimiz ve ona
ledünnî ilmi öğrettiğimiz kullarımızdan birini (Hızır'ı) buldular." (Kehf
sûresi: 65)
Hem
Sa'lebî'nin hem de İmâm-ı Rabbânî'nin ifâde ettikleri gibi, Hızır aleyhisselâm,
güzel ahlâk sâhibi, cömert ve insanlara karşı çok şefkatliydi. Allahü teâlânın
izni ile kerâmet ehli olup, kimyâ ilmini bilirdi. Hak teâlânın bildirmesiyle
ledünnî ilim verilmişti. Muhammed Pârisâ; "İlm-i ledünnî verilmesinde Hızır
aleyhisselâmın rûhâniyeti vâsıta olmaktadır."
buyurmuştur.
Senâullah-ı Dehlevî
bu ilim hakkında şöyle demektedir: "Ledünnî ilim, çalışmak ve gayretle ele
geçmez. İhsân edilen kimselere mahsûstur. Umûma şâmil değildir.
Peygamberlere
verilen ilimler ve vahyedilen şeyler ise, umûma şâmildir ve herkesi ilgilendirir.
Yâni peygamberler, bunları, gönderildikleri kavimlere tebliğ etmekle,
bildirmekle vazîfelidirler. Bu bakımdan peygamberlerin ilmi, ledünnî ilminden
üstündür."
Seyyid
Abdülhakîm Efendi ise, şunları ifâde etmektedir: "Emîr Sultan hazretleri,
ledünnî ilme sâhipti. Bu ilim yetmiş iki derecedir. İlk derecesinde olan, bir ağaca
bakınca yapraklarının sayısını, bir denize bakmakla damlalarının adedini, bir
çöle bakınca kumlarının sayısını bilir."
Resûlullah
efendimiz her zaman; "Allahümme yâ Mukallib-el-kulûb,
sebbit kalbî alâ dînike." duâsını okurdu (ki, ey
büyük Allah'ım! Kalpleri iyiden kötüye kötüden iyiye çeviren, ancak
sensin. Kalbimi, dîninde sâbit kıl, yâni dîninden döndürme, ayırma! demektir).
Peygamber
efendimiz; "Yâ Rabbî!
Bana ilim, hilm, takvâ ve âfiyet ihsân eyle." duâsını çok söylerdi.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri; "Dünyâda felâketlerden, âhirette
Cehennem'den, ateşte yanmaktan kurtulmak için iki şey lâzımdır: Emirlere sarılmak, yasaklardan
sakınmak! Bu ikisinden en büyüğü, daha lüzumlusu, yasaklardan sakınmak yâni verâ ve takvâdır." demiştir.
***İmâm-ı Rabbânî, bir kimse, şu on şeyi kendine farz bilmedikçe, tam verâ sâhibi olamaz deyip
bunları şöyle saymıştır: Gıybet etmemeli, mümine sû-i zân etmemeli, kimseyi kötü bilmemeli,
kimse ile alay etmemeli, yabancı kadınlara, kızlara bakmamalı, doğru söylemeli, kendini beğenmemek için, Allahü teâlânın, kendisine yaptığı ihsânları, nîmetlerini düşünmeli, malını helâl yere harc
edip, haramlara vermemeli, nefsi, keyfi için mevki-makam istemeyip, bunları insanlara hizmet
yeri bilmeli, beş vakit namazı, vaktinde kılmayı birinci vazife bilmeli, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği îmân ve işleri iyi öğrenip, kendini
bunlara uydurmalı.
Şüpheli olmak korkusu ile mübâh şeylerin çoğundan sakınmak, dünyâdan ve dünyalık
olan şeylerden uzak durmak mânâsına gelen zühd hakkında, Hâris el-Muhâsibî şunları söylemektedir:
"Zühd, insanın kalbini dünyâ sıkıntılarından uzak tutar. Allahü teâlânın yüceliğini ve büyüklüğünü tanımayı, tövbe etmeyi
temin eder."
El-Câmiu's-Sagîr'de zikredilen bir hadîs-i şerîfte ise şöyle buyrulmuştur: "Zühd, kalbe ve bedene rahatlık verir, dünyâya rağbet ise, düşünce ve hüzün
verir."
Hâlis, temiz
etmek, niyeti temizlemek, dünyâ faydalarını düşünmeden bütün işlerini, ibâdetlerini yalnız Allah için
yapmak demek olan ihlâs hakkında, Mektûbât'taki bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur: "İbâdetlerinizi ihlâs ile yapınız! Allahü teâlâ, ihlâs ile yapılan
işleri kabûl
eder." Hilyetü'l-Evliyâ'da kaydedildiğine göre,
Resûlullah efendimiz, Muâz bin
Cebel'i, Yemen'e
vâli gönderirken şöyle buyurmuşlardır: "İbâdetlerini ihlâs ile yap. İhlâs ile
yapılan az amel, kıyâmet günü sana yetişir."
Gönülle bilmek, Allahü teâlâyı hakkıyla tanıyıp bilmek mârifet
diye isimlendirilir. Allahü teâlâyı kalp ve rûhla tanıyıp bilmeye mârifetullah
da derler. Sülûk-ül-Ulemâ adlı eserde geçen bir hadîs-i şerîfte;
"İlimlerden öyleleri vardır ki, onları ancak mârifetullaha sâhib
olanlar bilirler. Onlar bu ilimlerden haber verdikleri zaman, mârifetullaha
sâhib
olmayanlardan başkası onları inkâr etmez."
buyrulmuştur. Muhammed Mâsûm, bu dünyâda en kıymetli şeyin mârifetullaha kavuşmak
olduğunu belirtmiş, İmâm-ı Rabbânî kalbinde hardâl tânesi kadar dünyâ muhabbeti
bulunan kimsenin mârifetullaha kavuşamayacağını ifâde etmiştir. Hâdimî
hazretleri; "Mârifetullah bilgileri, keşfle ve ilhâm ile hâsıl olur.
Hocadan öğrenilmez. İbâdetlerin yapılması ve bütün şerîat (İslâmiyet) bilgileri
ise, üstâddan öğrenmekle elde edilir. Şerîat bilgileri, ilhâm ile hâsıl olsaydı,
Allahü teâlânın peygamberler ve kitaplar göndermesine lüzum olmazdı." demiştir.
Genel olarak ilim,
ilm-i husûlî ve ilm-i hudûrî diye ikiye ayrılabilir. İlm-i husûlî, Ehl-i sünnet (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olan)
âlimlerinin sohbetlerinde ve derslerinde bulunularak, çalışılarak elde edilen
ilimdir. İlm-i hudûrî ise, çalışmadan Allahü teâlânın ihsân etmesiyle kazanılan ilim, vehbî
ilim demektir ki bu ilme ilm-i lüdünnî
de
denilir.
Berîka'da geçen bir hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz;
"İlmi ile amel edene, Allahü teâlâ, bilmediklerini bildirir." buyurmuştur.
Ebü'l-Esved ed-Düelî; "Hiçbir şey ilimden üstün değildir.
Çünkü sultanlar, insanlara hükmederler. Âlimler ise, sultanlara
hükmederler." demiş, Lokman Hâkim de oğluna şunu söylemiştir: "Ey oğlum!
Dünyânın sevinç ve neşelerini tecrübe ettim. İlimden lezzetli bir şey bulamadım."
Ayrıca; "Dervişler, fakir ve yoksullar ilim sâyesinde sultanlar sofrasında
otururlar." buyurmuştur. Bir de Abdülhak-ı Dehlevî, "İnsanın göğsünü
genişleten şeylerden biri ilimdir." demiştir.
Şek ve şüpheden uzak olan doğru, sağlam, sarsılmayan şüphe ve tereddüt bulunmayan îtikâda, îmâna yakîn adı verilir.
Sözlükte berâberlik,
beraber olma demek olan maiyyet, tasavvufta Allahü teâlâ ile beraber olma, O'na kavuşma yolu mânâsında kullanılır.
Tasavvuf yolculuğu, tasavvuf
yolunda ilerlemeye seyr ve sülûk
denilir.
Tasavvuf yolunda
bulunan bir kimsenin Allahü teâlâyı anıp çok zikretmesi veya bir başka sebep
netîcesinde hâsıl olan mânevî lezzetleri tadarak rûhun coşması, kalbinin elinde olmadan
gayr-i ihtiyârî kendinden geçip taşma hâline vecd denir.
Kalbe, gönüle
gelen ve bir müddet kalan düşünceye hâtır denilir.
Teveccüh, tasavvuf
yolunda ilerleme, yükselme sebeplerinden en önemli olanıdır. Bu, bir velînin,
Allahü teâlânın izni ile nazar etmek (bakmak) yâhut başka yollarla talebesinin
veya sevdiğinin yâhut başka birinin kalbindeki, mâsivâ (Allahü teâlâdan başka
her şey) ve dünyâ sevgisini, günâh lekelerini temizleyip, yerine feyz, mârifet,
ilim ve hikmetle yâni mânevî ilimler, iyilikler, bereketler ve faydalarla
doldurması, yüksek derecelere kavuşturması demektir.
Teveccüh, bir de, bir kimsenin, hayatta veya vefât etmiş, kabirde olan bir
velîden feyz alabilmek, ondan mânevî olarak istifâde etmek, faydalanmak için,
kalbini ona bağlaması, hâtırına hiçbir şey getirmeyip, yalnız onu düşünmesi mânâsında kullanılır.
Lügatte kasd,
irâde, kuvvetli istek, arzu gibi mânalara gelen himmet, ıstılahta Allahü teâlânın velî kullarından bir zatın kalbinde yalnız bir işin yapılmasını bulundurup, başka bir şeyi kalbine
getirmemesi ve Allahü teâlâdan dileyerek, bu şekilde mânevî yardımda bulunması demektir.
Allahü teâlâ,
Kur'ân-ı kerîmde Ra'd sûresi 30. âyetinde meâlen şöyle buyuruyor:
"İyi biliniz ki, kalpler, Allahü teâlânın zikri ile itminâna, râhata kavuşur." Bekara sûresinin 152. âyet-i kerîmesinde ise meâlen şöyle buyrulmuştur: "(Kullarım!) Siz beni (tâat ile, beğendiğim işleri yapmak
sûretiyle) zikrederseniz,
ben de sizi (rahmet, mağfiret, ihsân ve tövbe
kapılarını açmak sûretiyle) anarım." Sünenü'l-Beyhekî'de geçen iki hadîs-i şerîfte de buyrulmuştur ki: "Derecesi en yüksek olanlar, Allah'ı zikredenlerdir.", "Allah'ı sevmenin alâmeti, O'nu zikretmeyi sevmektir."
Îtiyad, alışkanlık hâlinde nâfile olarak devamlı yapılan ibâdet, tesbîh
ve duâlara vird (çoğulu evrâd) denilir.
EDEP
Her konuda haddini bilip, sınırı aşmamak, insanlara iyi
muâmelede bulunmak, sünnet üzere yâni Peygamber efendimizin buyurduğu ve
davrandığı gibi hareket etmek, hatâya düşmekten sakınılacak şey, terbiye, güzel
ahlâka da edeb denir.
Abdullah bin Mübârek, âlimler, edeb hakkında çok şeyler
söylediler. Bize göre edeb, insanın kendini tanımasıdır demiştir.
Ebü'l-Berekât Emevî Hakkârî; "Edep, kulun, Allahü
teâlâya karşı vazîfelerini, vakitlerini nasıl değerlendireceğini, kendini
O'ndan uzaklaştıran şeylerden nasıl korunacağını bilmesidir." demiştir.
İmâm-ı Rabbânî ise; "Edebe riâyet etmeyen hiç kimse,
Allah'a kavuşamaz, yâni velî olamaz. Din büyüklerinin yolu baştan sona edeptir.
Namazın sünnet ve edeplerinden birini gözetmek ve tenzîhî bir mekrûhtan
sakınmak; zikir, fikirden (tefekkürden) üstündür."
buyurmuştur.
Şems-i Tebrîzî ise; "Âdemoğlunun edebden nasîbi yok
ise, insan değildir. Âdemoğlu ile hayvan arasındaki fark budur. Gözünü aç ve
bütün Allahü teâlânın kelâmının mânâsı, âyet âyet edepten ibaret olduğunu
gör." demiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder